Google Play Store
App Store

Aslında başlığı atarken, şeytan “ilk kelimedeki bir harfi değiştir” diye dürttü de, uymadım ona.

Suriye’de yine yeniden, emperyalist yağmacıların senaryosunu yazdıkları ve bölgesel taşeronların sahneye koyup oynadığı kirli, kanlı, pespaye oyunun son perdesini TV ekranlarında “günebakan çıtlayarak” izliyor dünya. Ama, bizim buralarda sadece bu kanlı senaryoyu izleyip geçmiyor bazıları. Hani şu “Sanal Gerçeklik (VR) teknolojisiyle izlediğin filmlere filan müdahale edip, senaryoyu istediğin gibi yönlendirebilme, sonunu değiştirebilme” özellikleri var ya, onun gibi etkileşime girebiliyorlar.

Bir TV kanalındaki boş – beleş sohbet – muhabbet programlarından birini izlerken bunu düşündüm.

Katılımcılardan biri Suriye konusunda yorumlar yaparken, Halep’in cihadcı çapulcular tarafından işgalini büyük bir keyifle değerlendirip (mealen) “Zaten bizim yeaa onlar yeaaa. Hama da Humus da. Katsak onları da toprağımıza fena mı olur yeeeaaa? Musul’u, Kerkük’ü filan. Zaten bizim değil mi oralar yeaaa... Keh keh... Plakaları da 82 Halep, 83 Musul, 84 Kerkük filan olur ne güzel yeaaa... Kahire mesela... (yanındakine dönüp) Abi çok güzel olmaz mı mesela yeaaa?...” gibilerden kahkaha atıyordu.

Ötekiler de bir yandan, (biraz da “canlı yayında nereye kaydı lan bu muhabbet” gibilerden mahcup yüz ifadeleriyle) katılıyorlar mavraya.

Şaka desen değil. Güldür Güldür Şov parodisi desen değil. Levent Kırca külliyatından eski videolardan biri de değil. Nesine gülüyorlardı anlayamadım.

Oysa ki, hem kendilerini hem de bu programın kayıtlarının günümüz dünyasında saniyeler içinde bütün gezegine yayıpabileceğini ve o yandaş TV kanalı üzerinden iktidarı da bağlayıcı biçimde malzeme olarak kullanılabileceğini dahi hesap etmekten aciz bir gruptu bu “mavrayı” yapanlar.

Ama, ciddiye almak gerekiyor bunları.

Çünkü, bunlar gibi düşünen ve “Zaten bizim oralar yeaaa”cı bir “Osmanlı muhibbi, fetih saplantılı” kafaya sahip, hatırı sayılır bir güruh var. Bunları bıraksan, önlerine dünya haritasını alıp Viyana’dan başlayan bir hat çizerek, bir ucu Hint Okyanusu’ndan başlayıp öteki ucu Mağrib’e kadar uzanan bir harita çizer, her yere Türk Bayrağı dikip eğlenir ve sevindirik olurlar.

İnsanın acıyası geliyor ama. O kadarla izah edilecek bir durum değil.

Bunların kabahati de değil aslında. Bunları bu masallara inandıran ve ciddi ciddi, en resmi ağızlardan zikredilen bu fikirlerin sahiplerini sorumlu tutuyorum. Bir tanesi çıkıp da “Suriye’yi parçalama harekâtı – Bölüm 1”de “Şam’daki Emevi Camii’nde öğle namazını kılarız” mealinde zevzeklikler etmemiş miydi? Daha öncesinde ve hatta bugünlerde “Musul bizim Kerkük zaten bizim” mealinde muhabbetleri orada burada bu zavallıların damarlarına tatlı şırıngalarla zerketmiyorlar mı?

Oysa ki, 21’nci yüzyılın ilk çeyreğini geride bırakmamıza az bir zaman kala bu tür “fetih” yani işgal heveslerinin, emperyalist ağababalırının gazıyla “oraya buraya sefer yapma” çılgınlıklarının, Turgut Özal’ın o meş’um ve kepaze formülasyonuyla “Masada biz de olmalıyız. Bir koyar üç alırız” zihniyetiyle dış politika maceralarının abukluğunu akıl edemezler.

Kimse bunlara, 5 – 10 metrekarelik Süleyman Şah Türbesi’ni bile korumaktan aciz kaldıklarını, gözümüzün önünde Yunan Adaları (hem ikili anlaşmalara hem de Lozan başta olmak üzere çok taraflı sözleşmelere aykırı biçimde) çatır çatır tahkim edilirken kılını kıpırdatamadıklarını filan hatırlatmıyor.

Kimse bunlara şunu da demiyor:

“Efendi!... Sen Halep Kal’asına birilerinin astığı o bayrağımızı alkışlıyorsun da, kendi toprakların içinde ‘Aman PKK’lılar rencide olmasınlar, tatsızlık çıkmasın’ diye sahte çözüm ve açılım sürecinde doğu ve güneydoğuda o ‘bayrağımızı olur olmaz her yerde fora etmeyin’ diye talimat verdklerini unutuyorsun! Kendi toprağımızda diyorum!”

Ama bu zevzeklere nasıl anlatacaksın bunca çelişkiyi.

Bunların kafası “trafik plaka numarası sıralamasına” erer sadece.

“82, Halep, 83, Musul, 84 Kerkük, 85 Kahire...” filan.

Eliniz değmişken İskeçe’yi, Gümülcine’yi de es geçmeyin 86, 87... Yok mu arttıran?

Şakayı bir yana bırakırsak, önümüzde kim bilir kaçıncı kez ateşle oynayan, NATO’nun ABD’nin ve hatta “salladıkları zaman ağız dolusu küfrediyor göründükleri” İsrail’in peşinden bu kanlı macerada dolu dizgin yol alan bir iktidarla karşı karşıyayız.

Sonunu bilmediğin, iyi hesap edemediğin maceralara girmenin bedelini, yüzlerce şehit, yüz milyarlarca dolar ekonomik yıkım,  on milyonlarca kaçak göçmen gibi ağır bir bilanço ile ödemiş olmaktan  bir ders çıkarmadıkları belli.

Yine, yeniden bu maceranın ikinci bölümü çekilirken “cast”a adlarını yazdırmak için haldır huldur bir koşuşturmaca içindeler.

İyiye değil bu gidiş.

Muhalefet güçlerinin, barıştan yana ve çağdaş bir dünyanın kriterlerinden yana, yani fetihci kafayı reddeden lanetleyen, “üç koyup bir almacı” bezirgan diplomasisini kabullenmeyen tüm güçlerin bunlara karşı durması lazım.

Ana muhalefet mi?

Şimdi bir “kapalı oturum” talep eder. Çıkıp kapıda “tatmin olmadık” der, sonra da işler kızışınca “Milli birlik ve beraberliğe her zamankinden daha fazla ihtiyacımız olan bu günlerdeee... Sertleşmenin alemi yok. Devletimizin arkasında saf tutmanın....” diye biten cümleler kurarlar.