Gezi: Ne bir nostalji ne bir yenilgi

Gezi davasında verilen, adalet duygusunu derinden sarsan kararlar pek çoğumuzda büyük bir üzüntü yaratırken, toplumun geniş kesiminde de çaresizlik hissi bıraktı. Gezi Parkı eylemlerinde bir biçimde bulunmuş milyonların hissettiği o kendiliğinden gelişen ancak ülkenin sol birikimiyle de kolektif inşa edilen ruh, bu davaya sığacak ve mahkûm edilecek bir şey değildi. Hatta öyle bir ruhtu ki o, 9 yıl sonra bir mahkeme salonunda 18 yıl hapis cezası alan o güzel arkadaşlarımızın diline, sloganlarına yansıdı. Biz dışarıda yıkıldık, onlar bizi kaldırdı.

Peki, Gezi kazandı mı? Haziran isyanının “örgütsüzlüğü” (içinde pek çok yapı bulundursa da) bir politik kuvvete dönüşememesine neden oldu, bu yüzden de isyan doğrudan bir siyasi sonuç üretemedi. Ancak bu ele avuca sığmazlık iktidar açısından bambaşka bir korkunun da kaynağı oldu: Gerilim siyaseti sonucu kendiliğinden oluşabilecek toplumsal tepkiler.


2013 Haziran’ında BirGün gazetesinde “Kimse düğmeye basmadı, sen damarımıza bastın” başlıklı bir manşet hazırlamıştık. O haberde kronolojik olarak 1 Mayıs ile 31 Mayıs arasında AKP Hükümeti’nin izlediği gerilim politikalarını derlemiştik. Belki 9 yıl sonrasında yeniden hatırlatmakta fayda var.
Nisan sonu itibariyle Erdoğan, “Taksim’de eylem mi olur” minvalinde bir açıklama yaparak, o güne kadar çeşitli basın açıklamalarına ev sahipliği yapan meydandaki her toplantıya ve gösteriye gazla müdahalenin önünü açmıştı. 1 Mayıs’ta İşçi Bayramı’nın Taksim’de kutlanması da yasaklanmıştı. Sendikalar bu oldubittiyi kabul etmeyince polis 1 Mayıs’ı kutlamak isteyenlere müdahale etmişti. 17 yaşındaki Dilan Alp gaz fişeği yüzünden komaya girmişti.

Erdoğan 1 Mayıs’ın hemen ertesinde yaptığı bir konuşmada, Taksim’deki basın açıklamalarına da izin vermeyeceğini ilan etmişti. Bunu da Ortadoğu turizmi için önem kazanan Taksim’in çehresini değiştirmek için söylüyordu. 6 Mayıs’taki Deniz Gezmiş anması başta olmak üzere tüm eylemlere polis müdahale etmeye başladı. Taksim Meydanı gaz meydanına döndü. O haftalarda pek çok haber kanalında gazdan etkilenen işportacı, esnaf vb… görüntüleri izlenebiliyordu.

11 Mayıs’ta Beşiktaş İnönü stadının kapanış maçı vardı. Beşiktaş taraftarı her zamanki gibi çarşıda toplanıp yolu kapatarak stada yürüyordu. Beklenebileceği gibi taraftar için tarihi bir gün olduğundan kalabalık yoğundu. Takım otobüsünü selamlamak için Çarşı’da toplanan Beşiktaşlıların içine giren polis havaya ateş açtı. Taraftarın tepkisi üzerine polis, stadın çevresine gaz bombası attı, kadınlar ve çocuklar gazdan etkilendi. Statta maç öncesi Başbakan’a yönelik kimi tepkisel tezahüratlar duyuldu. “Sık bakalım” diye bilinen tezahüratın da en yoğun söylendiği gün oldu.

24 Mayıs’ta içki satışı saat 22.00 ile 06.00 arasında yasaklandı. İçkili mekânların dışarıya masa koyması da yasak kapsamına girdi. Tepkiyle karşılanan bu düzenlemeyi savunan Erdoğan, “İki ayyaşın çıkardığı yasa” diyerek Cumhuriyet’in kurucularına kasteden bir söylemde bulundu. Açıklamalarına, “İçki içen herkes ayyaştır” diyerek devam etti. Bu durum özellikle içki içilen yerlerde kendiliğinden bir tepkiye neden olarak çeşitli eleştirel, esprili şarkıların söylenmesine neden oldu.

29 Mayıs’ta İstanbul’un kuzeyini ranta açan 3. köprü projesinin temeli atıldı. Yeni köprüye Yavuz Sultan Selim ismi verildi. Bu isim Alevi yurttaşları inciten tarihi olayları andırdığı için pek çok gazetede Alevi yurttaşların eleştirilerine kulak verilmesi gerektiği söylendi. Aynı görüş AKP’ye yakın kimi yorumcular tarafından da dillendirildi. Ancak Başbakan bunu da kabul etmedi. Köprü açılışı sırasında Gezi Parkı ile ilgili de konuşan Erdoğan, “Ne yaparsanız yapın, biz kararımızı verdik” dedi.

Gezi Parkı’nda bir grup doğa dostu parkta nöbet tutmaktaydı. Parkın, Topçu Kışlası adı altında “içinde AVM’nin de olduğu” bir beton yapıya dönmemesi için verilen bir mücadeleydi bu. Toplumun da betonlaşmaya karşı tepkisinin arttığı bir dönemde sempati toplayan bir nöbetti. Hukuki süreç de çevrecilerin lehine gelişiyordu. Ancak Başbakan Erdoğan mahkemenin projeyi durdurma kararını tanımadıklarını açıkladı. İktidarın uzlaşmama kararı sonrası 30 Mayıs’ta Taksim Gezi Parkı’nda oturan çevrecilere polis müdahale etti, çadırlar yakıldı. 31 Mayıs’ta da dozerler parka girmeye çalıştı. Televizyonlara yansıyan görüntüler, bir süredir kibir diliyle bilinçli olarak gerilen toplum için bir “bu kadar da olmaz” noktasıydı. O gün İstanbul halkı ağacına sahip çıkmak için sokağa çıktı. Sonrası malum…

Gezi, aslında yukarıda saydığım nedenlerle; betonlaşmaya, AVM’leşmeye, din sömürüsüne, kibirli dile, “ben yaptım oldu” tavrına, sistematik polis şiddetine karşı bir protestodur. Ancak bu protesto karşıtlık yaratan değil birleştiren bir dili içinden geliştirebilmiştir. Bu hepimiz için de öğreticidir.

Gezi Parkı eylemleri sırasında polisin Taksim’den çekilmesi sonrası birkaç hafta boyunca, Gezi protestocuları parkın içinde ve çevresinde bir küçük yaşam deneyimi oluşturdular. Bu yaşam deneyiminde en çok duyduğum sözlerden biri “karşıtımıza benzemeyeceğiz” oldu. Bu söylem daha çok ilk kez bir eyleme katılmış yurttaşlardan geliyordu. Yani adalet arayan kişiler olarak adaletsizliğe ve ötekileştirmeye yer bırakmama iradesi. Bu süreçte farklı düşünen kişi ya da gruplar, mücadele içinden gelişen o ruhun birleştiriciliği ile farklılıklarla bir arada olma duygusunu tattı. Empati diye özetlenebilecek bir bakışla, AKP seçmeni olduğunu söyleyen kişilerin de kendisini ifade etmesine olanak sağlayacak platformlar oluşturuldu. Eylemin barışçıllığını ön plana çıkarabilecek müzik, sanat etkinlikleri gerçekleştirildi. Bunları tek bir elden birilerinin kurguladığını düşünmek meseleyi hiç anlamamaktır. Çünkü bu tutum, oradaki sade yurttaşların talebiyle birbirini tetikleyen ve çoğaltan bir sürecin sonucudur.

Elbette iktidar o dönemde boş durmadı. Dış güçler, lobiler, çapulcular gibi söylemleri kullanarak ayrıştırma diliyle en azından kendi kitlesini konsolide etmeye yöneldi. Gezi’nin hoşgörü dilinin karşısına nefret dili kondu. Bu söylem içerisinde en yakıcı olanı “Biz yüzde elliyi evinde zor tutuyoruz” sözleriydi. Erdoğan 3 Haziran 2013’de bunu söyleyip Afrika’ya gitti. Söylem, kitlesini eylemcilerle çatıştırma potansiyeli barındırıyordu. O gün BirGün’de yazıişleri müdürüydüm ve BirGün, Gezi eylemlerine katılanların yegâne haber alabildiği gazetelerden biriydi çünkü malum medya penguen belgeselleri vermekle meşguldü. Bunun farkında olarak Gezi’nin içinden, Gezi’yi sahiplenen ancak gerilimi de düşüren bir dil kullanmamız gerekiyordu. O sırada Twitter’da bir fotoğraf gördüm, yaşlı bir teyze eylem yapan gençlere yaprak sarması dağıtıyordu. Bu tekil bir fotoğraf değildi çünkü o güne kadar “aman kızım/oğlum bulaşma” diyen anneler, babalar, dedeler, nineler yerinde duramıyordu. Biz de Gezi’nin “genç” diline uyacak şekilde “Biz de babaannemizi evinde zor tutuyoruz” diye bir manşet attık. Babaannesi henüz sağ olanların yanıtıydı bu!

Evet, Gezi gençti ama o çocuklar büyüdü; işe girdi, ülkenin kaderini belirleyecek yerlere geldi. Büyükşehirlerde yaşayan ve çalışan bu kitle AKP’ye yerel seçimlerde yenilgiyi tattırdı. Saray iktidarı o kuşağı ve onun altındakileri kaybettiğinin farkında. Korkuyla sindirmeye çalışıyor belli ki... Peki, nereye kadar? “Gezi ruhu” denen şey bu topraklarda çeşitli vesilelerle kendini gösterdi, gösteriyor. Faşizme karşı kimi zaman kendiliğinden, kimi zaman yine demokratik güçlerin dayanışması, çevre direnişlerinde, sosyal medyada, adliye koridorlarında; yaratıcılıkla, neşeyle, dirençle... Tüm kötülüklere inat güzellikle, dostlukla, incelikle… Bu ruhun siyasi bir bedene dönüşmesi için de çabalar sürecektir. Bu da ancak solun ve sol değerlerin güçlenmesiyle olabilecek bir şeydir.

Gezi bir devrim değildi ama korku eşiğinin kırılmasıydı ve bir arada kardeşçe yaşayabiliriz duygusunun somutlanmasıydı. Bugün, bunca zulme karşın korkmadan yazıyor, konuşuyorsak, ülkenin devrimci geleneğinin birikimine bir tuğla daha ekleyen Gezi sayesindedir biraz da. O yüzden Gezi ne bir nostalji ne de bir yenilgidir.