Gezi, umut ışığı
28 Mayıs 2013’te Taksim Dayanışması “Taksim Yayalaştırma Projesi” kapsamında Gezi Parkı’na yapılmak istenen Topçu Kışlası inşasını, Park için imar izni olmaması gerekçesine dayanarak durdurmak için bir araya gelerek çadır kurup nöbet tutmaya başlamıştı. Ertesi gün dönemin CHP ve BDP milletvekilleri ziyaret ederek destek verdikleri nöbet, 30 Mayıs gecesi parkta kalan eylemcilerin çadırlarının yakılmasıyla tüm Türkiye’nin odağı halini almıştı. Binlerce kişi Gezi Parkı’na akın etmiş, 31 Mayıs günü birçok kentte protesto eylemleri düzenlenmişti. İstanbul 6. İdare Mahkemesi, Topçu Kışlası Projesi hakkında yürütmeyi durdurma kararı vermişti ancak eylemler durmadı. Hem İstanbul’un farklı mahallelerine hem de ülkenin farklı bölgelerine sıçramıştı.
Birçok deneyime, duyguya, tartışmaya, karşılaşmaya vesile olan bu birkaç günün üzerinden 10 yıl geçti. Türkiye’nin toplumsal mücadele yolculuğunda bir dönüm noktası olan Gezi bu minvalde, herkes için birçok ortaklık kadar birçok farklı anlam da barındırıyor. Toplumun yüzde 52.16’ya yüzde %48.81 ile yarıldığı bir dönemde geleceği kuracak ortak değerleri düşünürken, 10. yılında bu armağan ile düşünmenin yol gösterici bir niteliği olduğunu söylemek mümkün. Hiç bir şey değilse bitti denileni anlamlandırmanın, bitmeyecek olanı kurmanın bir yanıtı için gerekli görünüyor.
***
Gezi’nin farklı anlamlarının türlü yansımalarını bugünlerde “Gezi ruhu” olarak adlandırılan birçok paylaşımda, aktarımda görüyoruz. Bu ifade birbirinden güç alma, birbirine güven, mücadele, dayanışma, direniş, müzakere, toplumun geniş kesimlerinin teslim olmama iradesi gibi türlü veçhelerini ifade etmek amacıyla sıkça kullanılıyor.
Elbette bazen siyasal kamplaşmalara konu ediliyor, bazen araçsallaştırılıyor. İktidar penceresinden bakıldığında örneğin bir tür beka meselesi olarak çerçeveleniyor. Böyle olunca oylara ve sandıklara sahip çıkma gibi son derece meşru gayretler dahi buradan hareketle kriminalize edilebiliyor. Bazense kendini yokluğuyla hatırlatıyor bu “Gezi ruhu.” Bir toplumsal kesimin acısının diğerleri tarafından hissedilmediği, sahiplendilmediği durumlarda özlem duyulan olarak karşımıza çıkabiliyor.
Adalet, eşitlik, özgürlük aradığımız her yerde, baskı ve zorla karşılaştığımız her yerde aklımıza düşüyor. Hak arama mücadelelerinde, kent hakkı mücadelelerinde, ekosistemin tahribatına karşı verilen mücadelelerde; 1 Mayıs’larda, mahallelerde, üniversitelerde, sokaklarda, evlerde, işyerlerinde, tarlalarda, stadyumlarda, işgal evlerinde; Validebağ’da, Kuzey Ormanları’nda, Boğaziçi Üniversitesi’nde, Soma’da, Hatay’da hissediyor, yeniden üretiyoruz bu ruhu.
***
Örgütlenme arayışlarımızda, tencere tavayla, sesimizle, başkasına ses olmakla, elden ele taşıdığımız sularla, yanan ormandan kaplumbağa kurtarırken, kurtaramadıklarımıza göz yaşı dökerken ortaya çıkan, 10 yıllar da geçse sürecek bir armağan olan bu ruh, esasen hepimiz için ve hep birlikte davranmaya devam etmemiz konusunda bizi teşvik eden bir umut ışığı niteliği taşıyor.
Bugün tüm siyasal yapılarda bir referans noktası halini alan belirleyici bir unsur olmayı sürdüren bu ruhun, yukarıdaki türden süreli dayanışma biçimlerini üretmenin yanı sıra umudu temsili demokrasinin sınırlarına mahkum etmemek gerektiğini geniş toplum kesimlerin kavramasına yol açtığı söylenebilir. Geldiğimiz noktada geleceği düşlerken, birbirimizin hayatlarından doğrudan sorumlu olduğumuzu hatırlayarak adil ve eşit bir yaşam için alternatifler üretmeye de buradan başlama ihtiyacımız var.