Dönüp dolaşıp alınan oy oranı, fazlasıyla değil eksisiyle 2015’ten beri aynı. Seçmene indirgenince halkta rejim karşıtlığında birleşme, sandığa yansıtma iradesi gösteren yüzde elli. Bu oranı ne bir lider ne bir kampanya, Gezi yarattı.

Gezi’ye dünden bakmak

Yusuf Tuna Koç

Gezi’ye, Türkiye tarihinin en onurlu toplumsal isyanlarından birine dair, hakkını verecek anmalar oldu, oluyor. Yakın siyasi tarihimizin en coşkulu, cesur, gururlu anlarından biri olarak kuşkusuz senelerce de hatırlanmaya değer birçok iz bıraktı. Geçen on yılda da belki söylenebilecek en güzel sözler söylendi.

Fakat Gezi’yi ve miladı dahi olsa neresine konulacağına bir türlü karar verilemeyen son 10 senemizi belki bir kez de ters çevirip bakmak lazım. Gezi’den bugüne dair okumalar çok olacaktır, aralarından zaten katılmayacağım da çok azı olacaktır. O yüzden bu yazı, Gezi’ye bugünden değil dünden bakacaktır.

Toplumsal hareketlerimizin ve sınıf mücadelemizin siyasi tarihi, yer yer dünyayla paralellik gösterse de aslında içine doğduğu cumhuriyetin ve sosyolojinin iç dinamiklerinin çatışmasının yarattığı müstesna bir sentezdir. Emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesinin üzerine kurulan yeni ülkenin ilk 30-40 yılında da önemli işçi mücadeleleri ve toplumsal eylemlilikler olsa da rejimin "devrimci karakterini" taşıyan ilk toplumsal hareketlenme, "olduğu kadar" kuruluşunu tamamlamış cumhuriyete doğan da ilk kuşakla gelecekti. Köy enstitülerinden yetişen İbrahim Kaypakkaya’larla, öğretmen çocuğu Deniz Gezmiş’lerle, Dersim’de doğup hem tıp hem hukuk kazanıp geldiği Ankara’da halkı için can veren Hüseyin Cevahir’lerle. 68’de başlayan toplumsal hareketlenmeyi, kuşkusuz 27 Mayıs sürecinin "tarih dışı" müdahalesi içerisinde şekillenen demokratik koşullar da geliştirdi. Bu yüzden Türkiye 68’i Fransız Mayıs’ıyla karşılaştırıldığında, doğurduğu 10 yılı aşkınlık "fırtına" nereden çıktı diye sorulduğunda, hangi birikimin üzerinde yükseldiğini hatırlamakta fayda var. Bu şartlarda yükselen, çığa dönüşen şey, yalnızca iki tek parti süreci sonrası boyunduruğundan kurtulmuş bir gençlik ve demokratikleşme hareketi değildi. Sınıf mücadelesinin havası her yerde işçiden yana dönüyordu. Devrimci gençler, 1970 Haziran’ının ortasında İstanbul’u, Kocaeli’yi işgal eden işçileri sloganlarıyla selamlıyor, ardından Karadeniz köylerine fındık mitinglerine koşuyordu. Türkiye’nin bağımsızlığını hedefliyor, sömürgeciliğe karşı cüreti örgütlüyordu. Buna karşılık geliştirilen 12 Mart yer yer kendiliğinden yer yer örgütlü müdahaleleri içeren, bu büyüklükte bir devinimi karşılamaya yetmedi. Müdahale, hayatın doğal akışına karşı üretildi. 

CIA’nın kamplarında yetişen komando çeteleri, o döneme kadarki siyasi ve askeri müdahalelerin durduramadığı hareketin önünü alabilmek için bir gün kahve tarıyor, öbür gün grev basıyor, başka gün öğrencilere saldırıyordu. Tarihi değiştiren, toplumsal muhalefetin ve sınıf mücadelesinin akışını değiştiren kritik müdahale, saldırılan alanları boşaltıp başka yollardan medet ummak yerine daha kalabalık, daha direngen doldurmayı günün şartlarına özgü şekilde örgütleyebilmek oldu. Bu müdahale, 74 affı ile 12 Eylül arasındaki 6 yıllık dönemde yaşanan grevler, fabrika işgalleri, öğrenci, öğretmen hareketleri, üniversite boykotları, toprak eylemleri, antifaşist örgütlenmeler, yerinden demokrasi deneyimleriyle… Halkın hem tahayyül ettiği hem de gerçekleştirebildikleriyle cumhuriyet tarihinin en uzun dekadını yarattı. 

Sınıf mücadelesiyle birbirini besleyen bütünlüklü bir tabandan toplumsal dönüşümü durdurmak için makro ya da mikro, devlet eliyle ya da koluyla geliştirilen şiddet ve yasaklar yetemediğinden 12 Eylül üretildi. "12 Eylül karanlığı" yalnızca devlet şiddetini ve baskısını imleyen bir moment değil, hala gelişen, büyüyen ve hayatlarımızı kaplayan bir emperyalist devlet projesi olmasından geliyor. Çünkü halefi 12 Mart’a kıyasla, yükselen devrimci mücadeleye ve ilerici dönüşüme karşı yalnızca bir bastırma hamlesi değil, sonraki 40 yılımızı dizayn edecek bir dönüşümdü. 

Darbe ve sonraki sürecin baskı ayaklarının zayıflamasıyla, Türkiye hemen 89’da işçi baharını, ardından kamu işçileri hareketini ve sayısız başka ayağa kalkışları yaşadı. Fakat bunların hiçbirinin 12 Eylül öncesi bir birikime evrilememesi, bir kuşak ya da psikoloji meselesi değildi. 12 Eylül; kendi kurumlarını, anayasasını, ideolojisini, resmi tarihini hatta parti ve siyasi aktörlerini üretmişti. Solun büyüyebileceği her alana elinden gelebilecek tüm uzun erimli müdahaleleri yapan çok keskin bir hegemonya projesiydi. Eski aparatları da anti-terörle, mafyayla başka kulvarlarda beslenerek, devletin şiddetli varlığını güncel tutma işlevini görüyordu. Fakat 12 Eylül’ün nefes aldırmayan hegemonyasının ilk sacayakları, zamana, Türkiye toplumunun çekirdeğindeki değişim ve dönüşüm dinamiğine karşı zayıflamaya başladığında, hemen yenileri eklendi. 

AKP kuruldu, Fethullahçılar yerleştirildi. Kökü Afganistan’da CIA’nın aynı ülkücüler gibi eğitip donattığı cihatçılara dayanan yeşil kuşak projesinin Türkiye ayakları, yalnızca bir emperyalist genişlemenin kullanışlı aparatı değil, 12 Eylül’ün devamı olarak yine antiemperyalist, sosyalist sola dönük yeni müdahaleydi. 2002’den sonraki 11 yıl, bir yandan AKP’nin 12 Eylül’ün paslanmaya başlamış mekaniğine İslamcı, piyasacı yeni vidalar eklerken, bu tamirat arasında bulduğu boşluklarda Türkiye halkı aldığı nefesi toplumsal muhalefete ekliyordu. Nitekim TEKEL, cumhuriyet mitingleri, üniversite eylemleri, çevre direnişlerinde bu nefesin canlandırdığı devin uyanışını görebilmek mümkün. Bu 11 yıl, örtülü faşist sömürge yapının yenilenme sürecinde doğan tüm iç çelişkiler ve çatlaklarda çarçabuk yeşeren halk muhalefeti, 2013’ün 31 Mayıs’ında gözlerini açtı, muktedire meydan okudu. Bu kadar kısıtlı ve kesintili bir birikim süreci üzerine gelişen toplumsal ayaklanma, yapabildiklerinden öte, yapabileceklerinin kudretini göstermesi ile kuşkusuz bizden bile çok egemenin hafızasında hala taze. Nitekim verili sınırlarına geldiğinde Gezi onlara unuttukları kehaneti bize ise yapabileceklerimizi hatırlattı. 

Yıllar öncesinden; "üçüncü dönemindeki başbakanın" tek adamlığına, İslamcılığına, otoriterliğine, piyasacılığına yönelmiş itiraz, yüksek öngörülü bir aydının kaleminden değil, Türkiye nüfusunun yarısından, avaz avaz yükseliyordu. Bu anlamıyla Gezi yalnızca toplumsal muhalefetin kudretini değil, muktedirin ajandasının da ifşaatıydı. Erdoğan’da cisimleşen rejimin bugün ne olduğunu halk o gün çok daha berrak şekilde görüyordu. Gezi o günkü tazeliğiyle, gücü "devirmeye yetmediği için" sonlansa da rejim yapabileceklerinin teminatını görmüş önlemlerini almaya başlamıştı.

Emek hareketi zaten 2002’den beri her yıl bir başka yasal budama ve özelleştirmelerle zayıflatılırken, 4+4+4 ve dinselleşmeyle yeni nesle, Fethullahçılar tankla gelince bilumum ülkücü ve tarikatla devlete, beşli-onlu çetelerle medyaya, 15 Temmuz "lütfu" üzerine alelacele bir referandumla rejime gerekli müdahaleler yapıldı. Bu müdahalelere karşı toplumsal muhalefetin örgütlü güçlerinin etkisinin sınırları, ana muhalefetinse geçen on yılı gitgide mistikleşen bir sandık sembolüyle Gezi’yi unutturma çabası sonucu bugün aslında Gezi’nin yaşı kadar, AKP’nin Gezi sonrası on yıl nasıl ayakta kalabildiğini de konuşmak gerek. Burada, devleti, rejimi, iktidar ortaklarını konuştuğumuz kadar, meclis salonunun diğer tarafında geçen on yılda toplumsal muhalefetin lügatını mütemadiyen hiçbir işe yaramayan "baraj, sandığı bekleme, doğru aday, vekil sayısı" gibi kavram ve boş gösterenlerle doldurarak zayıflatanları da konuşmamız gerek. Dönüp dolaşıp alınan oy oranı, fazlasıyla değil eksisiyle 2015’ten beri aynı. Seçmene indirgenince halkta rejim karşıtlığında birleşme, sandığa yansıtma iradesi gösteren yüzde elli. Bu oranı ne bir lider ne bir kampanya, Gezi yarattı. 7 Haziran-1 Kasım, Referandum, 2018, 2023 her seçimde bambaşka kampanyalarla, adaylarla giren muhalefet hala Erdoğan vs. Gezi oranını aşamıyor. Çünkü hiçbir yüksek siyaset söylemi, kampanyası, milyonları Gezi kadar ikna edemedi. Dolayısıyla bu oranı aşacak olan da Gezi’yi geliştirerek aşacak yeni bir toplumsal muhalefet dinamiği olabilir ancak. Yani sandığı bir sebep değil, sonuç olarak görecek bir mücadele yolu. Aynı zamanda ekonomik krizin sandığa neden yansımadığı sorusunun cevabı da burada yatıyor. Tek adam rejimine karşıtlık, sokakta tek değil çok olarak kalıcılaştı. Bugün de sandıktan çıkan bir diğer sonuç bu karşıtlığın sürmesi. Ekonomik krize de aynı şekilde sokaktan, muktedire yara bandı değil, yıkıcı bir karşıtlık örgütlenmediği müddetçe sandığa da yansıması beklenemez. Bu yüzden artık bu buhrandan çıkabilmek için bugünün mücadelesi, oturmadığımız koltuklara kimin aday olacağını değil, hangi sokakta, mahallede, okulda, kimlerle birlikte ayağa kalkacağımızı konuşmak olmalı. 
Onuncu yılı geride kalırken, bana ve tüm akranlarıma "Gezi kuşağı" olma onurunu yaşatan şanlı Haziran direnişine selamla, bu uğurda yaşamını yitiren tüm arkadaşlarımıza sevgiyle. 
Nice Haziran’lara!