Göç öyküsüne yolculuk
Kuzey Makedonya; Antik Yunan’dan, Osmanlı’ya ve Sovyetlere kadar tarihi, kültürel, sosyal açıdan çeşitlilik, zenginlik barındıran ülke. Balkanlar, Avrupa ile Asya’nın geçiş güzergâhında bulunduğu için bu bölgede yaşayan halkların tarihleri göç hikâyelerinden oluşuyor.
Deniz DEMİRDÖĞEN
Yunan Antik Makedonya Krallığı’nın hükümdarı Büyük İskender (III. Aleksandros) ile özellikle bilinen bu coğrafya; uzun yıllar Osmanlı hâkimiyetinde kalmış, 2. Dünya Savaşı sonrasında Yugoslavya Federal Sosyalist Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kurucu devlet olarak katılmıştır. Sosyalist blokun çözülmesinden sonra 1991 yılında birlikten ayrılarak “Makedonya Cumhuriyeti” kuruluşunu ilan etmiştir. Yunanistan’ın “Makedonya” isminin kullanılmasına ilişkin itirazlarından dolayı 2018 yılında Yunan ve Makedon hükümetleri ülkenin adı noktasında anlaşmaya varmış ve ülkenin adı “Kuzey Makedonya” olmuştur.
Bir insan ömrü kadar sürede işgalleri, sürgünleri ve göçleri yaşayanlar çok fazla hatıralar ve hikâyeler biriktiriyorlar. Makedonya’dan göçen Arnavut bir ailenin çocuğu olarak, sarp, ormanlık ve dağlık bölgede yaşayanların ülkesine yaptığım yolculuğu ve bu yolculukta biriktirdiğim hikâyeleri sizlerle paylaşmaya çalışacağım.
Avrupa’nın güney doğusunda Hırvat, Sırp, Arnavut, Makedon, Türk, Boşnak, Yunan ve Bulgar halklarının yaşadığı sarp, ormanlık ve dağlık bölge Balkanlar olarak adlandırılır. Yugoslavya Federal Sosyalist Cumhuriyeti döneminde bu halkların büyük çoğunluğu demokratik birliktelik içerisinde yaşamaktayken; Yugoslavya’nın dağılmasından sonra birliğin içerisinden 7 ülke (Sırbistan, Hırvatistan, Bosna-Hersek, K. Makedonya, Karadağ, Slovenya, Kosova) çıkmıştır. Yugoslavya döneminde bir arada yaşayabilen bu halklar 1992’de birliğin dağılmasından sonra milliyetçiliğin palazlandırılmasıyla birbirlerine düşman olmuşlar. Özellikle, Bosna ve Kosova Savaşı Balkan halklarının etnik ve dini temelde düşmanlaşmalarına neden olmuştur. Balkan coğrafyası, artık düşman kardeşlerin yaşadığı bir coğrafya haline gelmiştir.
Nüfusun çoğunluğunu Makedon ve Arnavutlar oluşturmakta. Ülkeyi bir baştan bir başa gezme imkânı bulabildiğim için tarihi, kültürel ve sosyal çeşitliliğini bizzat görebildim. Türk pasaportuna vize istemeyen, ekonomik ve deniz tatili imkânı sunabilen güzel bir yurtdışı tatili olduğunu söyleyebilirim. K. Makedonya, hayat pahalılığının Türkiye kadar olmamasından dolayı yeme, içme ve konaklama masrafları çok ekonomik şekilde çözülebiliyor. Makedonya tatilini başkent Üsküp, Bitola (Manastır) ve Ohrid şehirlerinde konaklayarak ve diğer şehirlerden geçerek yaptım. Makedonya tatili denildiğinde de akla zaten bu üç şehir gelir.
Makedonya yolculuğumda güzel anılar ve hikâyeler biriktirdim.
HEYKELLERLE SÜSLÜ BİR KENT: ÜSKÜP
Ortasından Vardar Nehri’nin geçtiği bu kent tipik bir Orta Avrupa şehrini anımsatıyor. Şehir merkezini gezdiğiniz de heykellerle dolu bir antik kentte gezdiğinizi hissediyorsunuz. Heykeller, turistler için seyir keyfi verirken, ülke halkı için israf kaynağı olarak tepki duyuluyor. Şehir nüfusunun yüzde 10’unu heykellerin oluşturduğu kentte geyik konusu haline bile gelmiş. Heykellerin en büyüğü ve görkemlisi Makedonya Meydanı’ndaki Büyük İskender heykelidir. Yugoslavya’nın kurucu lideri Josip Broz Tito’nun heykelinin ise kentin ücra bir köşesinde yıkık, dökük halde olması hükümetin sosyalist dönemle kurduğu bağı gösteriyor. Kentin ortasından geçen Vardar Nehri, kenti sadece coğrafi olarak değil; aynı zamanda, tarihi, kültürel ve sosyal anlamda da ikiye ayırıyor. Kentin merkezindeki, Taşköprü’nün bir ucu sizi Türk tarafına, diğer ucu ise Makedon tarafına götürüyor. Türk Çarşısı’nda gezerken eski eşyaların bulunduğu bir tezgâhta gözüm “Lenin” biblosuna çarptı. Makedonya’dan kendime alacağım en değerli hediyeyi bulmuştum. Lenin biblosunu incelemem Makedon tezgâhtar amcanın dikkatini çekiyor ve biblodakini tanıyıp, tanımadığımı soruyor. Lenin’i tanıdığımı, sevdiğimi ve komünist olduğumu söyleyince; Makedon tezgâhtar amca bu bibloyu 300 dinar yerine, 200 dinara bana verdi. Komünist olmanın şu hayatta 100 Dinar kâr getireceğini hiç düşünmemiştim. Üsküp gezimizi bitirdikten sonra, rotamızı ülkenin ikinci büyük şehir olan Bitola’ya (Manastır) kırdık. Bitola’nın, Osmanlı döneminde kullanılan ismi Manastır. Bitola’da, Yugoslavya döneminden sonra mimari yapı inşası pek yapılmadığı için kentin genel görünümü Sovyet mimarisinden ve Osmanlı mimarisinden oluşuyor. Şehrin en önemli yapılarından biri olan Manastır Askeri İdadisi (Lisesi), Osmanlı’nın son döneminde askeriye içerisindeki muhalif hareketin önemli merkezlerindendi. Aynı zamanda, Mustafa Kemal Atatürk liseyi okuduğu okuldur.
KOMÜNİST BORUS'İN ANTİKA TAMİRHANESİ
Bitola’daki turumuzu bitirdikten sonra şehrin biraz dışında kırsalda, antika otomobil, motor, bisiklet ve eşyaların bulunduğu bir tamirhaneye doğru gidiyoruz. Yerin sahibi Boris, antika otomobil tamirhanesini büyüterek bir antika müze haline getirmiş. Müzeye vardığımızda, Boris olmadığı için eşi bizi gezdirdi. Eşi çok tatlı biri olduğu için antika araçlara binmemize ve her şeyi istediğimiz gibi kurcalamamıza izin verdi. Tamirhane de 1960 model otomobiller, motosikletler, 2. Dünya Savaşı’nda kullanılan bisikletler, antika tüfekler, silahlar ve eşyalar bulunuyordu. Boris’in eşi bizi gezdirirken en değerli parçaların bulunduğu bölüme sıra gelmişti. Bölümün içerisinde gerçekten çok değerli antika otomobiller vardı. Otomobillerin videosunu çekerken bir anda köşede Lenin ve Tito büstünü gördüm ve hemen oraya doğru yöneldim. Köşeye doğru yaklaştığımda büstlerin dışında şeref madalyalarının, tarihi eser portrelerin, Yugoslavya dönemine ait resmi belgelerin olduğu gördüm. Boris’in eşi bu köşeye olan ilgimi görünce Tito’yu sevdiklerini söyledi. Bu köşedeki eserleri didik didik inceledim. Beni en çok etkileyen belge de Nazilerin, Tito’yu ölü veya diri getirene 100 bin Mark ödül ilanıydı. O belgeye bakarken Yugoslav Partizan Marşı’nda geçen “Lanetlenmiş düşman duysun ki, kanlı bir savaş sürüyor. Bizler vatanımızı vermektense hep birlikte ölürüz!” söyleri zihnimde dolaşıyordu. Birkaç antika otomobil görme için gittiğim tamirhanede, Yugoslayva’nın sosyalist tarihine yolculuk yapmıştık.
BALKANLARIN EN ESKİ VOLKANİK GÖLÜ
Tatilin en keyifli durağını sona saklamıştık. Ohri Gölü, K. Makedonya ile Arnavutluk’a sınırı olan Balkanların en eski gölüdür. Eski kentin bulunduğu bölgede, Safranbolu evlerini anımsatan tarihi evleri ve çarşısı bulunuyor. Slav halklarının kullandığı “Kiril” alfabesinin eski bir yerleşim olan Ohri’de doğduğu kabul ediliyor. Ohri, tarihi ve kültürel güzelliğiyle ülkenin en turistik şehri olmakla birlikte, ziyaretçilerine Balkanların en eski volkanik gölünde suya girme imkânı da sunuyor.
Makedonya tatili, o topraklardan göçmüş bir ailenin çocuğu olarak benim için özel anlamlar taşımakla birlikte; Türkiye’den gidecek turistler açısından da uzun yıllar birlikte yaşamış Balkan halklarının tarihi ve kültürel zenginliğini sunuyor. Coğrafi güzellikleri ile farklı deneyimler yaşama imkânı veriyor. En önemlisi de, Balkanların sosyal, siyasal ve kültürel çeşitliliği bu yolculukta birçok hikâye ile sizi buluşturuyor.
BOZDOĞANLARIN GÖÇ HİKÂYESİ
Balkanlar, Avrupa ile Asya’nın geçiş güzergahında bulunduğu için bu bölgede yaşayan halkların tarihleri göç hikâyelerinden oluşur. Savaşların ve işgallerin yaşandığı bu coğrafya da yaşayan halkların göç hikâyeleri hayatta kalma mücadelelerini anlatır. Sizlerle paylaşacağım hikâye de bir göç hikâyesi ve hayatta kalma mücadelesidir. Bozdoğanlar, Balkanlar’da Osmanlı hakimiyetinin sona ermeye başlamasıyla birlikte Makedonya’nın bir dağ köyüne göç etmek zorunda kalırlar. Burada yaşamlarını hayvancılık ve tütüncülük ile sürdürürler. 93 Harbi ile birlikte Romanya, Sırbistan ve Karadağ bölgesi Osmanlı’dan ayrılır ve Müslüman halkların Balkanlar’dan göç etmesi için köylere çete saldırıları başlar. Karadağ’ın, Arnavutluk’un kendisine bırakılması için başlattığı isyan üzerine Osmanlı Tiran’a sefere hazırlanır. Ordunun yetersizliğinden dolayı gönüllü asker toplanır. Bozdoğanlar’ın büyük amcası gönüllü olur ve bu savaşta hayatını kaybeder. Osmanlı’nın bölgedeki gerileyişi Balkan Savaşları (1912-1913) ile birlikte iyice hızlanır. Bulgaristan, Yunanistan, Karadağ ve Sırbistan Krallığı’nın oluşturduğu Balkan Birliği, Osmanlı’yı bozguna uğratmıştır. Bozdoğanların yaşadığı köye yapılan saldırıda bir günde 30 köylü katledilince, artık buralardan gitme vaktinin geldiğini anlamışlardır. Köylerini terk edip, Manastır’a giderler. Manastır’da 3 gün tren bekleyip, oradan Selanik’e geçerler ve binebildikleri ilk gemi ile birlikte İzmir’e ulaşırlar.
Bozdoğanlar, köylerinden çok uzakta dilini bilmedikleri yeni bir hayata adım atmışlardır. Bağ, bahçe işlerinde, gündelik işlerde, çobanlık, hamallık yaparak yaşamlarını sürdürürler. 1. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle birlikte Osmanlı birçok cephede savaşmaya başlamıştır. Seferberlikten dolayı, 17-18-19 yaşlarından gençler askere alınırlar. Bozdoğan ailesinin 17 yaşındaki tek erkek çocuğu da askere çağrılır. Daha önce hiç görmediği İstanbul’a askerlik görevi için gidecektir. Temel eğitimden sonra, cepheye sevk edilmek üzere Selimiye Kışlası’na götürülürler. Seferberlik halinin sağlıksız koşullarından dolayı verem hastalığına yakalanır. Hastalığından dolayı, askerlikten terhis edilir ve ailesinin yanına İzmir Ödemiş’e gönderilir.
Bozdoğan, baba ocağında hastalığı yener ve sağlığına kavuşur. Ancak, bu sefer baba hastalanır ve yaşamını yitirir. Göç etmek zorunda kaldıkları bu topraklara babalarını vereceklerdir. İzmir Ödemiş’te yeni bir hayat kurmaya çalışırken - Mahmut Şevket Paşa Suikasti’nin oluşturduğu siyasi atmosferden dolayı - Bozdoğanlar, göç ettikleri topraklara yeniden dönmek zorunda kalırlar. Köyleri işgal altında olduğu için gidemezler ve Manastır kasabasına yerleşmek zorunda kalırlar. Bozdoğan ilk evliliğini yapar, ancak 1. Dünya Savaşı sonrasındaki mübadele de eşinin ailesi Türkiye’ye göç eder.. Eşinden ve ailesinde hiçbir haber alamayan Bozdoğan doğmamış kızını uzun yıllardan sonra ancak görebilecektir. İkinci evliliğini yapan Bozdoğan’ın bu yeni evliliğinden de çocukları olmuştu. Artık, aile olunmuş ve düzen kurulmaya başlanmıştı. Hitler’in tüm Avrupa’yı işgali ile birlikte Balkanlar’da zor yıllar tekrar başlamıştı. Hitler, Balkanlar’ı işgal etmiş ve denetimi Bulgarlara bırakmıştı. Bulgar hükümeti, faşizan baskılarla köylerdeki yetişkin erkekleri tutuklamaktaydı. Bozdoğan baskılardan kurtulmak için, faşist İtalya’ya karşı mücadele verilen Arnavutluk bölgesine gider.
Savaşın bitmesiyle birlikte Yugoslavya’da Tito’nun önderliğinde yeni bir ülke kurulur. Yugoslavya ve Türkiye’nin anlaşması sonucunda tekrar mübadelenin önü açılır ve 1953 yılında ilk mübadele başlar. Balkanlar’dan Türkiye’ye göç akını başlamıştır. Bu göç akını karşısında Bozdoğanlar da göç kararı alırlar. Bozdoğan, ilk eşinden olan çocuğunu da bu vesileyle belki bulabilirdi. Ancak, bu seferde evlenmiş olan ilk çocuğunu geride bırakması gerekecekti. Bu seferde bir kızını geride bırakmak zorundaydı. Savaşların, işgallerin ve sürgünlerin ardından hayatlarının son göçünü Türkiye’ye yapacaklar ve artık bu topraklarda kök salacaklardı.
Sarp, ormanlık ve dağlık bölgede yaşayan Bozdoğanlar’ın hayat hikayesi milyonlarca Balkan göçmeni ailenin hayat hikayesinden sadece birisi. Onların göç hikâyeleri hayatta kalma mücadelesidir. Onların hikâyelerine, yaşamlarına ve mücadelelerine saygıyla…