Google Play Store
App Store
Göçmen meselesi bizi neden geriyor?

Kayseri’nin Melikgazi ilçesinde bir çocuğun cinsel istismara maruz bırakılması üzerine ortalık birbirine girdi. Binlerce insan sokağa döküldü. Ne var ki iş yerlerini ateşe veren, araçları ters çevirenlerin ilgilendiği şey istismar değil, istismarcının kimliğiydi. Failin Suriyeli olması öfke patlamasının temel nedeniydi.

Kayseri İl Emniyet Müdürü’nün kalabalığı sakinleştirmek amacıyla istismar mağduru çocuk için “Türk değil” bilgisini paylaşmasının altında da bu yatıyordu. Mealen “Kendi kendilerine yapmışlar” mesajı veriyordu Emniyet Müdürü… Yani fail Suriyeli mağdur Türk olsa yakılıp yıkılabilirdi de çocuk Suriyeliyse fazla tepki göstermeye lüzum yoktu. Failin göçmen olmadığı durumlarda kitlesel suskunluğu beraberinde getiren de bu kimlik odaklı ahlak anlayışından başka bir şey değil elbette.

Türkiye’de "göçmen sorunu" çok boyutlu bir mesele. Bugün açıkça AKP’nin maksimalist ve fetihçi dış politika hedeflerinin sonuçlarıyla yüzleşiyoruz. 2011’de Suriye iç savaşı başlatıldığında Esad’ın da kısa sürede Libya’da Kaddafi, Tunus’ta Bin Ali, Mısır’da Mübarek gibi bir final göreceği tahmin ediliyordu. Ancak emperyalistler ve AKP’nin evdeki hesabı çarşıya uymadı. Savaş uzadıkça uzadı, saçaklandıkça saçaklandı. Savaşın sona ermemesi, savaşın yol açtığı sorunları da Suriye sınırlarının ötesine taşıdı.

Savaşla birlikte ortaya çıkan sorunlardan biri de göçtü. 2011 öncesi 22,5 milyon nüfusa ev sahipliği yapan Suriye’den, 13 yıllık iç savaş dönemi boyunca yaklaşık 7 milyon insanın başka ülkelere göç ettiği tahmin edilirken, işin buralara geleceği öngören Avrupa Birliği ülkeleri, savaşla beraber ortaya çıkan göç krizinden minimum düzeyde zarar görmek için çareyi Türkiye’yi “uç karakol” olarak kullanmakta bulmuştu.

'VİZESİZ AVRUPA' HAYALİNDEN BURAYA

AB 2013’te, Suriyeli göçmenlerin Yunanistan üzerinden kıtaya yayılmalarını önlemek amacıyla Ankara’nın kapısını çaldı. Erdoğan Başbakan, Davutoğlu Dışişleri Bakanı’yken Türkiye ile AB arasında, ‘Vize Serbestisi Diyaloğu Mutabakat Metni’ ve ‘Geri Kabul Anlaşması’ imzalandı. Anlaşma uyarınca Türkiye’ye, göçmenlerin Avrupa’ya gitmesini engellemesi karşılığında milyarlarca Euro ödenmesi kararlaştırıldı.

Bu gelişme iktidar ve medya tarafından genelde ‘vize serbestisi’ boyutuyla ele alındı. Türkiye vatandaşlarının AB ülkelerine vizesiz geçişine ramak kalmış gibi bir ortam yaratılmaya çalışıldı. 2016’da varılan sığınmacı mutabakatı da buna paraleldi. Bu mutabakatta da Türkiye’ye vize serbestisi sağlanacağı öne sürüldü. Hatta Dışişleri Bakanlığı, “vize diyalog sürecinin öngörülen süre içerisinde vize serbestisi ile sonuçlanmaması halinde” Geri Kabul Anlaşması’nın tek taraflı feshedilebileceğini bile açıklamıştı.

Güya vize serbestisi ile biyometrik pasaport sahibi tüm Türkiye vatandaşları, 26 ülkeyi kapsayan Schengen bölgesine 180 günde üç aylık vizesiz giriş imkânına sahip olacaktı. Ancak aradan geçen yılların sonunda Türkiye, vatandaşlarını AB’ye vizeyle bile sokmakta zorlanırken kendisi de en kolay girilebilen ülkeye dönüştü. AB’nin göçmen sorununu paylaşmama dayatmasını kabul eden, Türkiye’nin sınırlarını ardına kadar açan ve ülkenin kapasitesinin kaldıramayacağı boyutlarda “misafir” kabul eden AKP, üstüne bir de birbirine yabancı etnik/kültürel kodların uyumlu yaşamasını sağlayacak bir entegrasyon politikası yürütmeyerek sokak çatışmalarına, linç provalarına giden yolun taşlarını döşedi.

GEÇMİŞİ HATIRLAMAK YETMEZ

Yaşananları doğru anlamak ve gerçek sorumluları tespit etmek için geçmişi hatırlamak zorundayız. Ancak geçmişi hatırlamak da bugünkü sorunları çözmeye yetmez. Çünkü sorun, bugün başkaca sorun ve çelişkilerle iç içe geçmiş durumda. Göçmen karşıtlığı farklı damarlardan besleniyor. Her birinin motivasyonu birbirinden ayrı ama yarattığı sonuç aynı.

Bunlardan en öne çıkanı, demografik yapının dönüşümünden doğan endişe. Özellikle seküler yaşam alışkanlıklarına sahip, laikliği içselleştirmiş çağdaş kesimler, göçmenlerin varlığını bir tehdit olarak değerlendiriyor. İktidarın göçmenleri, toplumun İslamcı tarzda dönüşümünü hızlandırmak için kullandığını düşünüyorlar. Hiçbir entegrasyon programının işletilmediği, göçmenlerin buradaki hayata nasıl dahil olacaklarına ilişkin bir planın hazırlanmadığı göz önünde bulundurulursa, haksız olduklarını söylemek zor. Erdoğan’ın “din kardeşlerimiz” vurgusunun da bundan bağımsız olmadığı aşikâr.

Göçmenlere dönük tepkinin bir diğer kaynağı ise ekonomideki dinamikler. Suriyeli göçmenler, Türkiye’deki iş piyasası için bir nimet olarak kabul edildi. Suriyelilerin ülkemizde işçi sınıfına eklemlenmesi, ücret düzeyi bakımından emeğin değerini de aşağı çekti ve emekçi sınıf arasındaki rekabeti büyüttü. Savaştan kaçan, başka bir memlekette korkuyla, binbir türlü endişeyle yaşamak zorunda kalan insanların işçileştiği her ülkede bu denklemin açığa çıkması normal.

Suriyeli işçiler bilhassa taşımacılık, inşaat, tekstil ve hayvancılık gibi sektörlerde hayli etkin hale geldi. Organize sanayi bölgelerinde de patronlar tarafından tercih edildiler. Durumu biraz daha iyi olanlar esnaflaştı. Bazıları iyi cirolar yakaladı. Bu da yerli esnafla Suriyeli esnaf arasında bir gerilim yarattı. Zaman içinde ekonomi bozulup şartlar sertleşince ise örgütsüz, sendikasız ve sınıf mücadelesi perspektifine sahip olmayan yığınların öfkesi milliyetçi kışkırtmalar ve yalanlarla da birleşerek ülkenin pek çok kentinde sığınmacılara yöneldi. Bu da işin bir diğer önemli boyutu.

Dolayısıyla göçmen sorununa yaklaşırken, meselenin salt milliyetçilikten, ırkçılıktan ibaret olmadığını, tüm karşı çıkışın lümpenlikten türemediğini, sınıfsal, ekonomik ve sosyal endişelere dayandığını, sağ akımların yalanın kışkırtıcı gücünü de kullanarak halkın öfkesini yanlış hedefe kanalize ettiğini, sağ söylemin etki alanından çıkamayan geniş halk kesimlerinin çözümü en kısa yolda gördüğünü anlamak gerekiyor. Solun yokluğunda meydanı boş bulan sağ, halkta biriken tepkiyi kullanarak kendine siyasi güç devşiriyor ve bunu yaparken toplumu daha da gericileştiriyor.

RİSKLER VE ÇÖZÜM

Anlaşılması gereken bir diğer konu ise ülkesine dönecekler, ileride Avrupa’ya gidecekler olsa ve bir ihtimal nüfus içindeki oranları azalsa bile Suriyelilerin, Türkiye’nin demografik yapısının bir parçası olmaya devam edeceği…

Bugün resmi verilere göre Türkiye’de 3,5 milyon civarı Suriyeli yaşıyor; gerçek sayının ise bunun çok daha üstünde olduğu tahmin ediliyor. Çok küçük yaşta gelenlerin yanında burada doğan yaklaşık 1 milyona yakın Suriyeli çocuk var. Bu çocuklar yurt olarak Şam’ı, Halep’i, Humus’u, Lazkiye’yi değil, İstanbul’u, Hatay’ı, Antep’i, Urfa’yı biliyor. “Yok ben anlamam, gidecekler” demek, işin etik boyutu bir yana rasyonel de değil. Öte yandan dışlayıcı, ötekileştirici her söylem, krizi daha derinleştirdiği gibi ileride daha büyük krizlere yol açacak karşıt bir Suriye milliyetçiliğinin de mayasını yoğuruyor.

Çözüm Suriye devletiyle diyaloğun kurulmasından, Geri Kabul Anlaşması’nın feshedilmesinden, Avrupa’ya göç kanallarının açılmasından, emeğin sınıf bilinciyle örgütlü hale gelmesinden ve elbette doğru bir entegrasyon politikasından geçiyor.

Milliyetçi şiddetin oyun alanına dönen bir ülkenin kaos girdabına hapsolacağı akıldan çıkarılmamalı. Türkiye’nin her meselede olduğu gibi bu meselede de solun aklına ve vicdanına ihtiyacı var. Aksi halde Kayseri Melikgazi’de, Antalya Serik’te yaşananlar süreklilik kazanır ve bu linç gösterisinin yarın hangi “makbul olmayanı” hedef alacağı belli olmaz.