Google Play Store
App Store

1980 askeri darbesini takip eden günlerde, çoğu evlerde TV olmadığı için genellikle radyo dinlenir, gündelik siyasi gelişmeler oralardan takip edilirdi. Televizyon ve/veya radyo başında toplanıp her gün haber ajanslarını dinlemek bir ortak davranış gibiydi. Hatta TV bulunan evler, ‘ajans saatleri’nde konu komşunun toplanma mekânlarına dönüşürdü. Herkes büyük merakla haberleri dinler ve bu seremoni genellikle sessizlik ve hüzünle biterdi. Çünkü çoğu kişi için bir tanıdık, bir yakın ya da hiç tanımasa bile üzüntü duyacağı birilerinin gözaltına alındığına dair haberler izlenir/dinlenirdi.

Bütün bu haberlerin öncesi ve sonrasında ‘milli birlik ve bütünlük’ söylemi ise eksik olmazdı. Sanki her gün bir ‘milli savaş’a gidiliyormuş gibi ‘yüce milletin’ kahramanlıkları anlatılırdı. Zaten TV ve radyolardaki günlük programlar mutlaka İstiklal Marşı ile biterdi. Tuhaf ama askeri rejimi yöneten darbeci generallerin konuşmalarında ‘demokrasinin daha güçlü biçimde inşa edileceği’ vurgusu da muhakkak yer alırdı.

∗∗∗

Şimdiki iktidarın ‘Türkiye Yüzyılı’na benzer biçimde “yüzyıllık” politik kararlar ve hedefler o zaman da vardı. Askeri darbenin bir yıl sonrası ‘Atatürk’ün doğumunun yüzüncü yılı’ydı ve bu nedenle şimdi olduğu gibi bir dizi hayali beklenti inşa edilmişti. O kadar ki bu beklentiler arasında genel af bile vardı. Ne var ki beklentilerin tam aksi uygulamalar, en sert biçimde devam ediyordu. Tıpkı şimdilerde tanıklık ettiğimiz ‘barış ümidi’ne dair açıklamalar ve son örneğini Şişli’de gördüğümüz kayyum atamalarının bir arada sürmesi gibi.

Şimdiki hakim söylemin sık başvurduğu ‘iltisak’ sözcüğüne denk gelecek bir tehdit hali-dili o zaman da vardı ve buna buna ‘örgütsel ilişki’ deniyordu. Mesela sistem muhalifi örgütlerden birileriyle irtibatlı olmak, peşinen ağır bir suç ve sorun olarak kabul ediliyordu. Oysa yıllar içinde ortaya çıktığı gibi, darbecilerin kendi kurdukları örgütler bile olmuştu. Yani hedef gösterdikleri ‘düşmanı’ kimi zaman kendileri inşa etmişlerdi.

Darbeciler o yıllarda muhaliflerini ‘anayasal düzeni yıkmakla’ suçlayarak süratle yargılıyor, ağır hapis ve hatta idam cezaları veriyorlardı. Neredeyse bütün cezaların gerekçesi ‘anayasal düzeni ortadan kaldırmak’tı. Oysa iktidara geldiklerinde ilk yaptıkları iş tam da anayasayı ortadan kaldırmak olmuştu. Başkası yapınca “idamlık” sayılan suçlar, onlara gelince ‘milli güvenliği tesis etme’ görevinin bir gereği gibi sunuluyordu. Sanki kamu görevi yapan kişiler değil de, devletin sahibi gibiydiler. Dahası ‘milli bütünlüğü tehdit’ eden faktörlerden bahsedip dokunulmazlıklarını da bir tür ‘milli görev’ haline getirmişlerdi.

∗∗∗

21’nci yüzyılın ilk çeyreğini tamamladığımız bugünlerde, dünya, iletişim teknolojisinde gelinen seviyenin; sosyal, ekonomik, kültürel, politik etkilerini tartışıyor ve yeni politik bir dil-söylem üretiyor. Türkiye ise bundan çok uzak bir noktada durduğu gibi, şaşırtıcı biçimde 1980’deki duyguyu anımsatan bir politik ortam inşa ediyor. O kadar ki şimdi de her sabah aynı merakla TV’yi açmak çoğu kesimler için bir ortak sosyolojik tutuma dönüşmüş görünüyor. O yıllarda olduğu gibi, tedirginlik ve üzüntünün karıştığı bir duygu ile günlük ‘ajanslar’ izleniyor. Bu kez herkesin bir yakınından çok, ülkenin-dünyanın tanıdığı sembol kişilerin tutuklanması bu karmaşık endişe halini inşa ediyor ve pekiştiriyor. Gözaltına alınanları suçlayan söylemde de benzerlikler var. ‘Terörle iltisak’ ve/veya ‘ihaleye fesat karıştırmak’! Oysa birincisinin, son barış girişimleriyle hükmünü yitirmiş olması gerekiyor, ikincisi ise merkezi yönetim başta olmak üzere kamu kurumlarının bir ortak alışkanlığı gibi. Gelgelelim tuhaf biçimde, kırılgan grupların yaralarına merhem, kamusal hizmet üreten yerel yönetimler hedef seçiliyor.

Bu ülkenin sosyolojisiyle siyaseti birbirinden oldukça uzaklaşmış görünüyor. Sadece “gözaltı” haberlerinden bile bunu izlemek mümkün. Bugünün dünyasında otoriterliğin tuttuğu ülkeler olabilir ama kutuplaştırıcı politika ve şiddet yorgunu olan Türkiye’nin sosyolojisi, bu tuhaflığı taşıyacak dinamikleri artık tüketmiş görünüyor. ‘Milli-dini birlik’ söylemleriyle uzun süreli istikrar ortamını sağlamak ve sürdürmek de artık o kadar kolay değil.