Gülen yalnız değildi
10 yıl öncesine kadar Türk sağının “hoca efendisi” olan Fethullah Gülen, 25 yıldır yaşadığı ABD’de öldü. Halka karşı suç işleyen benzerleri gibi bu dünyadan hesap vermeden ayrıldı. Bakmayın bugün arkasından rahatça konuşulduğuna; geçmişte ona yan gözle bakanın başına gelmeyen kalmıyordu. Emniyet, yargı, ordu… Fethullahçı çete devletin tüm organlarında cirit atıyor, örgüt kimi işaret ederse onun bileğine kelepçe takılıyordu. AKP, örgüte ne istediyse veriyordu.
Fethullah Gülen, CIA destekli Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin Erzurum şubesinin kurucuları arasındaydı. Gülen, kendi hareketini hep partiler üstü bir yerde gördü. Hareket doğrudan siyasi parti kurmuyordu ancak düzenin tüm partilerine bir şekilde nüfuz ediyordu. Tarih boyunca da başa gelen sağ iktidarları desteklediler ve onların sunduğu devlet olanaklarından yararlandılar. ABD’nin desteğiyle AKP’nin tek başına iktidar olduğu 2002 yılından sonra ise eşi benzeri görülmemiş bir patlama yaşadılar.
AKP iktidarının Fethullahçılarla olan yakınlığı öyle sıradan bir yakınlık değildi. Bu birliktelik, alnı secdeye gelenlerin birbirine inanıp güvenmesinden çok daha fazlasını içeriyordu. Fethullahçı yapı Soğuk Savaş döneminin aparatıydı. ABD emperyalizminin Ortadoğu ve Orta Asya stratejisinin kilit bir aygıtıydı. AKP-Cemaat ittifakının en güçlü bağlantı noktasını da Amerikancılık oluşturuyordu.
KOL KOLA REJİMİ DEĞİŞTİRDİLER
2000’lerin başında Erdoğan’ı ve partisini, Batı’ya “çalışabilir Müslüman lider” olarak pazarlayanlar liberaller ve Gülencilerdi. AKP’nin ilk iktidara geldiği dönemde, Fethullahçılar partinin ABD ve Batı ülkelerindeki imajı için yoğun çaba sarf ettiler. Batı toplumlarında İslamcılara dönük algı 2000’lerin başında pek olumlu sayılmazdı. Soğuk Savaş boyunca Ortadoğu coğrafyasında sola karşı büyütülen İslamcı örgütler, 90’ların başında Sovyetler’in dağılmasıyla fonksiyonunu büyük oranda yitirmiş ve tehdit haline gelmişlerdi. El Kaide tarafından İkiz Kulelere yapılan saldırı, Batı dünyasında İslamcılığa dönük antipatiyi hepten körükledi. Küresel emperyalist sistem, İslamcılığı revize etmek, onun içinden uyumlu çalışılabilecek aktörler çıkarmak istiyordu. İşte AKP ve Erdoğan bu dönemde Batı dünyası için bir “umut ışığı” olarak öne çıktı. Kendilerini “muhafazakâr demokratlar” olarak tanıtıp sempati topladılar.
2002 sonrası iki siyasal İslamcı yapı rejimi dönüştürmek için pervasız bir saldırı dalgası başlattı. Hukukun ayaklar altına alındığı, sapla samanın birbirine karıştırıldığı ve aydınlarla mafya unsurlarının tek torbaya atıldığı Ergenekon-Balyoz yargılamalarıyla devlet içindeki rakiplerini tasfiye ettiler. “Vesayetle hesaplaşıp ülkeye demokrasi getirdiklerini” vaaz ediyorlardı. Sol liberaller de “derin devletin yargılandığını” söyleyip siyasal İslamcıların önünü açtı. Ülke bu rüzgârla 2010 anayasa değişikliği referandumuna gitti.
Erdoğan, “Bu ülkede bir daha darbelerin yaşanmaması, ülkenin geleceğinin karartılmaması için, demokrasinin kesintiye uğramaması için ‘evet’ diyoruz” nutukları atıyordu. Fethullah Gülen ise “Mezardakilere bile ‘evet’ oyu kullandırmak lazım” mesajıyla motivasyonu artırmaya çalışıyordu. Sonunda istedikleri oldu, yüzde 58’le “evet” kazandı.
Siyasal İslam’ın ideolojik karakterini göremeyen ya da çıkar sağladıkları için kasıtlı olarak görmemeyi tercih eden sol liberal çevreler, referandumda “yetmez ama evet” sloganını kullanarak AKP-Cemaat iktidarının olağanüstü bir güce ulaşmasına katkıda bulundu. Kürt hareketi “hayır” yerine “boykot” tavrını tercih etti. Ülkenin devrimcileri ise İslamcı faşizmin gelişmesine karşı net şekilde “Hayır” tutumu aldı. Türkiye’nin demokratları ve solcuları, tüm itibarsızlaştırma girişimlerine karşın inatla, esas amacın devleti ele geçirmek ve sürecin sonunda rejimi değiştirmek olduğunu vurguladı. Keşke haksız çıkarsalardı!
Gel zaman git zaman vaziyet değişti, AKP ile Fethullahçılar kavgaya tutuştu. “Hocaefendi” “terör elebaşı”, “hizmet hareketi” “FETÖ” oldu. AKP’nin sunduğu imkanlarla devlet içinde kadrolaşan çete, orduda biriktirdiği güçle askeri darbe yapmaya kalkıştı. Erdoğan’ın dediği gibi darbe girişimi iktidar için “Allah’ın lütfu” gibiydi. 2015’te “çözüm” rafa kaldırılıp silahlar devreye alınınca MHP ile yol yürümeye başlayan Erdoğan, 2016’daki darbe girişiminin kendisine sunduğu fırsatı kaçırmayarak OHAL’le, baskıyla tek adam yönetimini inşa etti.
FETÖ İLE GERÇEK HESAPLAŞMA
Resmi olarak kimin FETÖ’cü olup olmadığına mahkemeler karar veriyor. Fakat yargı, karara varırken hukuki değil siyasi bir ölçü koyuyor. Ortada yarım asırdan fazladır Türkiye’de faaliyet yürüten bir yapı dururken, yargı “2013’ten öncesi sayılmaz” diyor. Neden? Çünkü 2013’e kadar AKP ile Fethullahçı yapı müttefikti. İktidar, Gülencilere “ne istedilerse veriyordu”. Eğer 2013’ten öncesi de dahil edilirse, kimin AKP’li kimin Fethullahçı olduğuna nasıl karar verilebilirdi? O yüzden yargı hukuka uyacağına siyasete uydu. Gerçekten Fethullahçıların ve ona yardım edenlerin tamamı değil, 2013’ten sonra “yanlış tarafı” seçenler FETÖ’cü olarak hüküm giydi. “Doğru tarafı” seçen, yani rejime biat edenlere ise kimse dokunmadı. Ama tarih ortada, kimin bu örgütü besleyip büyüttüğünü, kimin ittifak yaptığını, birlikte yol yürüdüğünü herkes biliyor.
AKP iktidarından ayrıştırılabilecek bir Fethullahçılık yok. Aynı şekilde Fethullahçılıktan ayrıştırılabilecek bir AKP de yok. Bu yapının tarihi belki AKP ile başlamadı ancak Fethullahçıların 2002-2013 yılları arasındaki “altın dönemi” AKP’nin eseridir. Türkiye’de kumpas davaları AKP-Cemaat ortaklığıyla tesis edildi. Soruları ve gençlerin geleceğini birlikte çaldılar. Siyasal İslamcılar bir yerden sonra devleti paylaşma kavgasına tutuşmuş olabilirler. Ne var ki bu durum işledikleri her suçta ortak oldukları ve birbirleriyle simbiyotik bir ilişki kurdukları gerçeğini değiştirmiyor. F. Gülen, ait olduğu topraklarda öldü. Fakat AKP zihniyetiyle hesaplaşmadan FETÖ ile de gerçek anlamda hesaplaşmak mümkün olmayacak.