Başkalarını suçlamak, günah keçisi yaratmak her alanda olduğu gibi siyaset dünyasında da yaygın bir metot. Örneklerini her gün bire bir yaşıyoruz. Günah keçilerine yüklediğimiz vebal ise hem kişisel hem de toplumsal tarihlerimizde kara bir leke olarak kalıyor.

Günah keçileriyle paçayı kurtarmak!

Merve KÜÇÜKSARP

Dinler tarihinde bahsi geçen ilk insanın, Adem ile Havva’nın hikâyesini bilmeyenimiz yoktur. Adem ve Havva, Cennet’te iyinin ve kötünün bilgisinden uzakta, huzur ve bolluk içinde yaşarken, Tanrı’ya itaat etmeyip kendilerine yasak olan ağacın meyvelerinden yedikleri için lanetlenir, Cennet’ten kovularak dünyaya düşerler. Üstelik yaptıkları itaatsizlik yüzünden yalnızca kendileri değil, bütün insanlık cezalandırılır; boğazına kadar kötülüğe ve acıya gark olacağı bir dünyada yaşamaya müebbet mahkûm olur.

Bu açıdan baktığımızda kuşku yoktur ki, ilk insana dair anlatılan bu ilk hikâye bir suç ve ceza hikâyesidir. İtaat etmeyenin ahvaline dair bir ibret hikâyesidir. Ve bizler de buradan yola çıkarak suçun tarihinin, insanlık kadar, tarih kadar, dinler kadar eski olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim yazar Charlie Campbell, alt başlığı ‘Başkalarını Suçlamanın Tarihi’ olan ‘Günah Keçisi’ isimli kitabında, insanlık kadar eski ve baki olan suçlayışın tarihsel kökenine ışık tutuyor, geçmişten günümüze neden başkalarını suçladığımız sorusuna cevap arıyor.

Campbell’a göre, suçlama itkisi, tabiatımızın bir parçası... Keza atalarımız bir zamanlar kötülükleri ve uğursuzlukları kovmak için -temsili- günah keçilerini cezalandırır; bazen de sebebini Tanrı’nın gazabı diye nitelendirdikleri felaketlerden azade olmak için günah keçileri yaratarak bunları kurban verirlerdi. En çok da kadınlar alırlardı nasibini, günah keçisi yaratma ritüellerinden; tarihin her döneminde günah keçisi olarak addedilirlerdi. Havva, Pandora, Kirke, Medusa, Medea, Tanrıça Ate, Truvalı Helen ve daha niceleri…

O günden bugüne günah keçilerinin kimliği ve çarptırıldıkları cezalar değişse de, insanlığın günah keçisi mefhumuna tutunma ihtiyacı değişmedi. İnsanlar her devirde kendilerine bir günah keçisi buldu, onları aklayıp paklayacak ve ruhlarını sükûna kavuşturacak… Bazen akıl dışı yöntemlerle üstelik… Keza bugünün insanları olan bizler tıpkı atalarımız gibi, toplumumuzda ne vakit suç, çarpıklık veya yoksunluklarla karşılaşsak, hemen bir günah keçisi aramaya koyuluruz. Ve önce en yakınımızda bakar, her kimi ‘öteki’ olarak görürsek günah keçisi olarak onu addederiz. İlk tahlilde marjinal gruplar ve azınlıklar olur bu, ekseriyetle.

Kimi zaman da hedef oklarını daha uzağa, toplum dışına doğru yöneltiriz; dış mihraklar diye yaftalarız, çektiğimiz tekmil derdin ve kederin müsebbiplerini. Öyle inanmaya muhtacızdır ki, günah keçileri olmasa yaşadığımız toplumun bir gül bahçesinden ibaret olacağına; bu saikle kimi zaman bazı akıldışı komplo teorilerine sarılırız. Hem zaten ilerleyen teknoloji de yarenimizdir bu uğurda; her türlü fikri, makul olup olmamasına aldırmadan yayıverir birkaç saat içinde, dünyanın bir ucundan diğer ucuna…

Üstelik yalnızca toplumsal hayatımızda değil, kendi hayatlarımızda da yaparız bunu.

Çocukluktan itibaren hem de… İşler istediğimiz gibi gitmediğinde mahallede birlikte oynadığımız oyun arkadaşlarımızı, okuldayken öğretmenimizi, evdeyken kardeşimizi ya da anne ve babamızı, evlenince eşimizi, işteyken patronumuzu; mütemadiyen bir başkasını suçlarız. Bazen de kötü davrandığımızda, “İçkiliydim.” “Bazı sorunlar yaşıyorum”; birine ihanet ettiğimizde “Beni çok mutsuz ediyordu.” “İlişkimizde sorunlar vardı” diye bahaneler ortaya atarız. Oysa bunlar sıkça duyulan suçlayış sözlerinden başkası değildir.

Campbell kitabında başkalarını suçlamanın artık ticari bir meta haline geldiğini de belirtir. Mesela Britanya’nın ünlü gazetelerinden The Daily Mail, suçlama öykülerinin gazete tirajlarını bir hayli artırdığını fark edince kansere sebep olan ve iyi gelen -sözde- şeylerin bilgisiyle sayfalarını doldurur. Böylece okuyucularında doğru bir hayat yaşadıkları takdirde sağlıklı olacakları gibi bir inanç yarattığı gibi tirajını da artırır.

Başkalarını suçlamak, günah keçisi yaratmak yalnızca ticarette değil, siyaset dünyasında da yaygın bir metottur aynı zamanda. Nitekim bir ülkede bir kriz olduğunda yöneticiler sorumluluğu üstlenmek yerine hemen bir suçlu aramaya yeltenirler. Zaman zaman siyasetçilerden işittiğimiz “Hatalar yapıldı” lafı bile gerçekleri ifade etmekten bir hayli uzaktır. Medyanın da yardımıyla bütün darboğazların, krizlerin sorumlusu olacak bir günah keçisi bulunur bulunmaz bütün meseleler hallolmuşçasına halk da, yöneticiler de huzura ererler. Hatta Campbell, yöneticilerin yalnızca var olan krizler için sorumlu aramakla kalmadığını, aynı zamanda yapacakları aykırı eylemleri meşru göstermek için bir günah keçisi yaratmaya yeltendiklerini de belirtir. Nitekim Irak Savaşı’nın nasıl çıktığını, Afganistan’ın başına gelenleri bugün artık bilmeyen yoktur.

Dahası bir siyasetçi, düşmanını toplumun gözünde ne denli güçlü ve büyük kılarsa, o kadar endişe yaratacak ve iktidarı sağlamlaşacaktır. İnsanlarda uyandırdığı korku sayesinde kimi zaman kuralları çiğneyebilecek, hukuku askıya alabilecektir. Campbell buna en iyi örneğin, George W. Bush’un 11 Eylül sonrası düşmanlar yaratıp onlara savaş açması ve bu sırada Cenevre Sözleşmesine aykırı davranabilmesi olduğunu söyler.

Campbell’a göre, hem toplumsal hayatımızda hem de bireysel hayatlarımızda başkasını suçlamanın altında yatan en önemli sebep sorumluluktan kurtulma ihtiyacıdır… Ve bir suçun veya kusurun bir başkasına yüklemenin verdiği dayanılmaz hafiflik… Ancak şu var ki, bizler başımıza gelen her kötülüğün altında bir husumet, yaşadığımız her sıkıntıya bir izahat bulma ihtiyacıyla, günah keçisi mefhumuna ne denli talimli bir hevesle sığınırsak sığınalım, bu, sorunların üzerini örtmek, kendimizi kandırmak, geçici huzur ortamı yaratmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Günah keçilerine yüklediğimiz vebal ise hem kişisel tarihlerimize, hem de toplumsal tarihlerimizde kara bir leke olarak kalmaktadır.