Güncel belgeseller ve güncel sorunlar
Belgesel filmde dramatik çatışmalar kişiler arasında bir çatışmadan öte daha çok sosyal ya da siyasi güçler üzerinden kurulur ve bu haliyle de belgesel film epik bir özelliğe de sahiptir.

Prof. Dr. Emine Uçar İlbuğa
Belgesel film bilimsel, tarihsel, siyasi, kültürel, sosyal veya doğal gerçekleri içeren film türü olarak tanımlanır ve insanların dünyayı kavraması, tanıması, bazen de üstesinden gelebilmesi için önemli bir araçtır. Belgesel filmin önemi; geçmişi, bugünü ve geleceğe ilişkin öngörüleri kapsaması gibi, toplumun, bireyin algılama düzeyini geliştirmesi, eğitici, bilgilendirici, düşündürücü, sorgulayıcı materyal olmasındandır. Belgesel sinemayı John Grierson “gerçekliğin yaratıcı veya gerçek olayların sanatsal yaratım içeren bir üslup ile işlenmesidir” diye tanımlar ve yüksek düzey / asgari düzey olmak üzere iki tür belgeselden bahseder. Buna göre belgesel yapımının en yüksek düzeyi; politik ve sosyal öneme sahip, konuların yaratıcı bir şekilde işlendiği ve yönetmenin bakış açısını yansıtan çalışmaları kapsar. Asgari düzeyde ise; görüş veya analiz yapılmadan gerçeği yansıtan bilgi içeren filmlerdir. Her ne kadar belgesel filmler gerçek olaylar ve bu olayları teşkil eden kişilere dayansa da belgesel film de dramatik çatışmanın unsurlarını içerir. Belgesel filmde dramatik çatışmalar kişiler arasında bir çatışmadan öte daha çok sosyal ya da siyasi güçler üzerinden kurulur ve bu haliyle de belgesel film epik bir özelliğe de sahiptir.
Bugün için belgesel sinemanın hareket alanı hem büyük festivaller hem spesifik kısa ve belgesel film festivalleri sayısındaki artış, belgesel televizyon kanalları gibi, dijital platformlar aracılığı ile giderek daha da genişlemektedir. Doğal olarak festivallerin sayısının ve belgesel sinemaya olan ilginin artışı, nasıl bir belgesel film sorusunu da beraberinde getiriyor. İngiliz yönetmen Michael Rabiger Belgesel Film Yapımı adlı kitabında “fabrikanın birinde tıraş bıçaklarının üretim aşamalarını çekersek çektiğimiz şey endüstriyel tanıtım filmi olur, üretim sürecinin ve makinelerin rotasyonunun işçiler üzerindeki psikolojik ve fiziksel etkilerini öğrenmek, fabrikada işçilerin çalışma koşullarını incelemek ve bunları geliştirmek üzere bu fabrikadaki işçiler ile görüşmeler yaparsak bir belgesel film yapmak üzereyiz” der. Yani belgesel film ne kadar gerçeklere dayanır desek de bu yeterli değil, çünkü o gerçekliği değiştirmeden ve aslını bozmadan sanatsal bir üslupla nasıl perdeye yansıtırız sorusu burada önem taşır. Paul Rotha’nın ifadesiyle “geçmişe ışık tutan, bugünü anlatan, geleceği kışkırtan ve besleyen belgesel film, yaratıcı bir şekilde, gerçekte olduğu gibi insanların hayat ve yaşantılarını ifade eder ve bu haliyle bir olay örgüsünden çok düşünceye dayanır. Yani o gerçek hayatla ilgilidir, şöhret, gişe ya da ödülle değil! Bu nedenle belgesel filmler popülist yaklaşımlardan uzak, gerçekçi ve gerçek bilgilere dayanan, gerçekliğin hiçbir şekilde manipüle edilmediği, değiştirilmediği bilgileri olduğu ve bulunduğu zaman üzerinden aktarmalıdır. Belgesel Sinemacının görevleri de çokludur, meşakkatlidir. Bilgiye ulaşmak, arşivleri taramak, gözlem yapmak, dinlemek, konuyu anlamak ve işlediği konuya farklı perspektiflerden nesnel bakabilmeyi gerektirir. Aynı şekilde bir belgesel yönetmeni sadece gerçekleri aynen aktarmaz, işlemek istediği konuda kendine özgü yaratıcı bir bakışa sahip olması ve kendi sinema dilini oluşturması da beklenir. Türkiye’de 2024 yılında festivallerde seçkiye giren aşağıda kısaca özetleyeceğim bazı filmler konu seçimi, konunun işleyiş biçimi ve yaratıcılık bakımından dikkate değer ve mutlaka sinema salonlarında ve dijital platformlarda izleyici ile buluşması gerekir.
TOPLUMSAL YARALAR VE BAŞ ETME STRATEJİLERİ
Yönetmen Eylem Kaftan’ın Bir Gün 365 Saat ve İlkay Nişancı’nın Zamanın Kıyısında Sınav filmleri İskoç belgeselci John Grierson’nun yüksek düzeyde film sınıflandırmasına uyan iki film olarak öne çıkıyor. Yönetmenlerin gerçek bir konudan hareketle yaratıcılıkları ve sinema dillerini ortaya koyabildikleri ve izleyiciyi ele aldıkları gerçeklik üzerine düşündüren, tartıştıran, hatta çözüm yolları öneren bir yöntemi benimsedikleri görülüyor.
Eylem Kaftan’ın Bir Saat 365 Gün Türkiye’de bugüne kadar çekilen aile içi taciz ve istismarı konu edinen kısa, uzun ve belgesel filmlerden oldukça farklı bir yaklaşım sergiliyor. Bugüne kadar çekilen filmlerin ortak noktası bu konuya direkt yaklaşmaktan öte, varla yok arası ve fısıltıyla yaklaşmalarıydı. Bu nedenle sorunun ailede, toplumda olduğu gibi filmlerde de tam olarak dillendirilememesi ve son yıllarda medyada çok karşılaşılan bir konu olmasına karşın istismara uğrayan çocuk ve gençleri kurban rolüne iten ve çoğu zaman sessiz kalarak failleri dolaylı bir şekilde koruyan bir anlayış öne çıktı. Eylem Kaftan Bir Gün, 365 Saat filminde istismara uğrayan üç genç kızı mağdur ya da kurban olmaktan öteye taşımayı başarıyor ve varolan klişe yaklaşımı tersyüz ederek, genç kızların kendi yaşadıkları deneyim üzerinden bir araya gelerek, sorunları üzerine konuşabilmelerinin önünü açıyor. Onların kutsal ailenin duvarlarını yıkarak dışarı çıkabilmelerinin, böylece dayanışmacı, özgürleştirici ve bireyselliklerini koruyabildikleri bir yaşam ortamı yaratabilmelerinin olanaklarını göstermesi bakımından oldukça özgün bir yaklaşım getiriyor. Filmde aile içinde istismara maruz kalan çocuk ve gençlerin hem bireysel çıkış yollarını yaratabilme yetenekleri hem de kendileri gibi mağdur olan diğer çocuk ve gençlerin mücadele edebilmelerine yardımcı olabilecek dayanışma alanlarını yaratabilmeleri gibi, hukuki haklarının da peşinden gidebilmelerinin güçlü bir örneği sergileniyor. Filmde gençler yaşadıkları travmalar karşısında pasifize edilmiş bir kurban rolüne karşı kendi sorunları ile baş etmeyi bilen, çözüm üreten, yalnızlık ve suskunluk yerine dayanışma kültürünü benimseyen ve haklarının bilincinde, mücadeleden kaçmayan aktif özneler olarak öne çıkıyorlar. İlkay Nişancı’nın Zamanın Kıyısında Sınav ise 6 Şubat depremi üzerinden ilerleyen bir belgesel. Tüm ülkeyi sarsan ve özellikle Hatay’da depremin üzerinden bir yılı aşkın bir zaman geçmesine karşın hâlâ aksayan devlet politikaları nedeniyle sorunlar devam ediyor. Bu koşullarda evlerini ve yakınlarını kaybetmiş ve çadır kentte üniversite sınavlarına hazırlanan öğrenciler her bir sınav sorusu üzerinden depreme ilişkin deneyimleriyle sınav sorularına yanıt aradıkları zorlu bir sınavla baş etmek zorundalar. Nişancı’nın filmi bir yandan hayata tutunmak için birlikte mücadele etmenin olanaklarını gösterirken, bütün sorunlara karşın umudu yeşertebilen ve düşündüren bir belgesel özelliği taşıyor. Her iki filmde kahramanlar kendi yaşamlarını, kendi gerçekliklerini yeniden yaşayarak bir tür psikodrama yöntemiyle travmaları ile baş edebilmenin de olanaklarını ortaya koyuyorlar.
BİLİMSEL VE TARİHSEL BİR YOLCULUK
Kadranı Olmayan Saat ve Rodakisi Ararken filmlerinde ise bilimsel ve tarihsel bir gerçeklikten hareket eden ve dolayısıyla gerçeğin izini süren yönetmenler araştırmacı kimlikleri ile filmlerin aynı zamanda itici gücünü oluşturuyorlar. Onlara eşlik eden kameraları ile farklı mekânlara, kentlere, ülkelere, doğaya ve ilgili kişilere ulaşmayı hedefleyen bir yolculuk hikâyesi öne çıkıyor. Kadranı Olmayan Saat filminde yönetmen Fatma Karakuş’un bir “sosyal politika sorunu olarak küresel iklim değişikliğinin Türkiye’nin Akdeniz bölgesi” üzerinden sınırlandırdığı doktora çalışması kapsamında okuma, literatür tarama ve yazma aşamasına doğayı, bölgeyi yerinde incelemesi, bu alanda çalışan uzmanlardan görüş alması ve denizde, karada çalışan kişilere eşlik ederek yerinde gözlem yapması, tüm bu bilimsel araştırma yöntemlerini bir görsel/işitsel belge olarak tarihe taşıması söz konusu. Kerem Soyyılmaz’ın Rodakis’i Ararken filminde ise yönetmenin dededen kalma eski evlerinin bodrum katında çıkan ve 1887 yılında henüz 17 yaşında iken hayatını kaybeden Chrysoula’ya ait bir mezar taşının izinden Yunanistan’a uzanan yolculuğu tarihsel bir soruşturmaya dönüşüyor. Yönetmen Kerem Soyyılmaz ailesinin 2016 yılında bulduğu mezar taşının hikâyesinin peşinden 6 yıl boyunca Yunanistan’a göç eden kişilerle iletişim kuruyor, tarihsel arşivleri tarıyor ve sözlü tarih çalışması yaparak Chrysoula’nın hikâyesini tamamlamayı başarıyor. Yönetmen Soyyılmaz Rodakis’i Ararken belgesel filmi ile Türkiye ve Yunanistan halklarını bir mezar taşı üzerinden bir araya getirirken, göç veren bir köyde yaşanılan tarihsel kopuklukların boşluklarını da doldurmayı başarıyor.
TARİHTE İZ BIRAKANLAR VE BİYOGRAFİ HİKAYELERİ
Fatin Kanat ve Önder İnce’nin yönetmenliğini üstlendikleri Bizim İsmail yaşayan bir biliminsanı, sosyolog ve araştırmacı, yazar İsmail Beşikçi’nin biyografisine dayanıyor. Filmin ana kahramanı Beşikçi yaşadığı farklı mekânlarda, kentlerde, uzun süre kaldığı ve bugün müzeye dönüştürülen Ulucanlar Cezaevinin koğuşlarında, işkence çığlıkları arasında dolaşırken hem geçmişi yeniden yaşıyor hem o döneme ilişkin yaşadıklarını anlatıyor. Genç bir üniversite öğrencisi olarak başladığı alan araştırmasında Kürt gerçekliği ile tanışması ve bu gerçekliğin peşinden gitmesi, bunun sonucunda hayatında yaşadığı kırılmalar ve bu kırılmalara karşın dirençle inandığı doğrulardan vazgeçmemesi, yazdığı kitaplar, aldığı ödüller ve adına kurulan vakıf gibi, Beşikçi’ye ilişkin düşüncelerini, anılarını dile getiren yazarlar, siyasi kişiliklerin de görüşlerine yer veriliyor. Aynı şekilde araştırma ve senaryosunu Özlem Özdemir’in, yönetmenliğini Gülay Ayyıldız Yiğitcan’ın üstlendiği Türkan: Bir Bilim Kadının Öyküsü belgeseli de Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin bir dönem başkanlığını da yürüten ve sağlık alanında öncü çalışmalarıyla bilinen, kız çocuklarının eğitimini güçlendirmek adına birçok projeye imza atmış olan Prof. Dr. Türkan Saylan’ın doğumundan ölümüne uzanan yolculuğunu, onunla çalışan ve onu yakından tanıyan insanların görüşlerine yer vererek, belge ve arşiv görüntülerine dayanarak ortaya koyuyor.
Musa Ak ve Hasan Basri Özdemir’in Bir Orkestranın İzinden filmi ise 1970lerde 5 genç kızın kurduğu ve Türkiye’de kurulan ilk kızlar orkestrası olma özelliğini taşıyan Eroğlu Kızlar Orkestrası’nın izini sürüyor. Film siyah-beyaz fotoğraflar, gazete haberleri ve arşiv görüntüleri yanında, orkestranın yaşayan beş üyesi ile sözlü tarihe dayalı görüşmeler ve onların anılarının izinden geçmişi bugüne taşımayı başarıyor. Hasan Ete’nin İyi Ölüm ise Roterdam’da bir bakımevini merkezine alıyor. İnsan doğar, büyür ve ölür. Oysa bu kısa cümle inişli çıkışlı, mutlu, mutsuz, güçlü, güçsüz yanlarıyla bir insanın uzun bir ömrünü içinde barındırıyor. Bakımevinde hayatının son dönemini yatağa bağlı geçiren yaşlı bir bireyin son isteği yakın akrabaları ile birlikte, deniz kıyısında bulunan yazlıklarında bir araya gelmektir. Konu evrensel, sorunlar benzer o halde film mekânları da filme konu olan insanların hikâyeleri de yönetmenler için her yerde mevcut. Hasan Ete Türkiye sınırlarının ötesinde bir hikâyenin peşinden ölüm döşeğindeki bir insanın son dönemlerine kamerasıyla eşlik ediyor.
KENTSEL DÖNÜŞÜM VE MEKÂNLAR
Özlem ve Can Mengilibörü’ün yönetmenliğini üstlendikleri Laf Aramızda Engürü Kahve Ankara Konur Sokakta bulunan bir kahvenin müdavimlerinin peşinden mekân ve insan ilişkisini merkezine alıyor. 1985-2007 yılları arasında farklı üniversitelerden öğrencilerin buluşma noktası olan Engürü Kahvesi, o dönem gençlerin ilk felsefi, siyasi, edebî alandaki yolculuklarının ve yeni dostlukların kurulduğu bir mekân. Film bu kahveden yolu geçenlerin anıları üzerinden Ankara’nın 1990’lı yıllardaki siyasal, toplumsal ve kültürel yapısını ortaya koyarken, bir döneme ilişkin de bir hafıza yolculuğuna çıkarıyor.
John Grierson’ın asgari düzeyde diye tanımladığı belgesel film türüne ise Burkay Doğan ve Hüseyin Kete’nin Burası Son Durak: Ankara’nın Başkenti ve Cem Madra ve Serkan Erol’un Sulukule’nin Son Günleri filmleri örnek verilebilir. Her iki filmde yönetmenler kameraları ile kentsel dönüşümle evlerinden, semtlerinden ayrılmak zorunda bırakılan insanların yaşamlarına eşlik ediyorlar. Cem Madra ve Serkan Erol’un yönetmenliğini birlikte üstlendikleri Sulukule’nin Son Günleri 2002’de kentsel dönüşüm politikalarının ilk radikal olarak uygulandığı semti merkezine alıyor. Sulukule’de yaşayan Roman halkına evlerini boşaltmaları karşılığında merkeze 40 km uzaklıktaki (bugünkü İstanbul Havalimanı) Arnavutköy’de inşa edilen evler gösteriliyor. Bu süreçte halk ve onlara destek veren siyasetten sanata birçok aktivistin eylemlerine karşın bu proje travmatik bir biçimde hayata geçiriliyor. 2000’li yıllardan bugüne gelindiğinde değişen bir şey yok ve yine kentsel dönüşüm politikaları adıyla yoksul insanların kent merkezindeki yaşam alanları ellerinden alınmaya devam ediyor. Bu proje ise daha çok büyük kazançlar elde edenler ile evleri ellerinden alınan ve çaresiz bırakılan yoksul insanların hikâyelerini içinde barındırıyor. Burkay Doğan ve Hüseyin Kete Burası Son Durak: Ankara’nın Başkenti filminde Ankara Kalesi’nin giderek turistik mekânlara dönüşmeye başlaması, buradaki eski yapıların restorasyonu ile birlikte burada yaşayan ve ekonomik, sosyal koşulları nedeniyle başka gidecek yerleri olmayan yoksul mahallenin öyküsünü orada yaşayan, esnaf, işsizler, yalnız yaşayan kadınlar, çocuklar, yaşlılar üzerinden ortaya koyuyorlar. Peki, birçok sınıfsal ve etnik grubu içinde barındıran bu mahallelerde yaşayanlar şimdi nereye gidecekler?
Sonuç olarak belgesel sinema yaratmanın zorluklarının bilincinde, aldığı konuya sosyal, kültürel, siyasal bağlamda ve nesnel bakabilen, tarihe belge filmler aracılığı ile gerçekliğin bir izdüşümünü yaratabilen yönetmenlerin sayısı az değil. Belgesel sinemada gerçeğe sadakat, belgeselin ayırt edici ve bu nedenle vazgeçilmez özelliğidir. Çünkü belgesel filmler aracılığı yönlendirme, ideolojik bağlamda yanlış bilinç yaratma da mümkün ve tarihte bunun örnekleri fazlasıyla mevcut. Oysa belgesel sinemanın direği olan belgeler, belgesel filmlere malzeme olmakla, sürekli değişen, kaybolup giden değerlerin sonraki kuşaklara aktarılmasına, böylelikle toplumsal hafızanın canlı tutulmasına aracılık ederler. Geçmişi olmayan hiçbir şey olamaz. Belgesel sinemacı belgesel filmler yaparken belleklere yeni belgeler ekler. Dolayısıyla belgesel film insanların hem zihinsel hem de duygusal etkinliklerini harekete geçirmeyi amaçlar ve belgesel film yaşadığımız dünyanın gerçekliği olarak tam da yaşamın kendisidir. Çünkü belgesel filmler hep oradadır ve onun ürettiği, gösterdiği, arşivledikleri tarihe mal olur.