Siyaseten ve hukuken hesap sorulmasını engelleyen hukuki ve fiili çifte zırh kuşanan, yargı ve kolluğu sopa gibi kullanan bugünkü iktidar türünün artık demokrasiyle uzaktan-yakından ilişkili bir rejimle eşleştirilmesi mümkün değil.

Gündemimiz gericilik ve göçmenler

Kadın voleybol takımımızın olimpiyatlarda büyük gurur kaynağımız olmasından "vazife çıkaran" kimi yobazlar harekete geçmekte gecikmedi: Kadınlarımızın maazallah örnek alabileceği bu "kötü görüntüye" ayar verilmeliydi. Ancak sosyal medyada kadınlarımıza destekler, "kindar" dincilerinkini bastırınca seslerini kıstılar. Ama sindiklerinden değil, pusuya yattıklarından. Her fırsatta kendilerini yeniden hatırlatacaklardır. AKP'nin dönüştürdüğü Türkiye artık böyle bir ülke. Şeriat devleti kurmaya güçleri yetmiyor ama sinsice zemin yoklamaktan vazgeçmiyorlar. Bunun baş gündem maddesini her zaman olduğu gibi kadının kontrolü oluşturuyor.

Bu arada iktidarın dinci rejim inşası yolunda gevşemesine izin vermek istemeyen binbir türlü tarikat ve cemaat yapılanmasının bizzat devlet eliyle beslenme "mecburiyeti" de bugünkü siyasi İslamcı yapılanmanın bir gerçeği olmaya devam ediyor. Gerçi burada da ipin ucunun kaçırılabileceği endişesinin devlet katlarında yeniden yankı bulduğuna dair işaretler var. Önceki yıllarda "dinin güncellenmesi"nden söz eden RTE, şimdi de iki hafta önce "din kisvesi altında bu milleti sömürenlere prim vermeyeceğiz" diyordu. Bu arada, Barış Terkoğlu'nun son yazısında (Cumhuriyet, 29.07.2021) açıkladığı Diyanet'in son raporu da, "din istismarcısı" gruplar ve kendilerini "seçilmiş yüce kişi" olarak takdim eden tarikat liderleri konusunda şiddetli uyarılarla dolu. Güzel de bu iklimi yaratan iktidardan başkası mıydı ve din istismarı iktidarın ve Diyanet'in yakınından hiç geçmemiş miydi?


Bizim bu yazıdaki meselemiz iktidara yönelebilecek daha azgın din istismarcılığı veya bunların iktidar tarafından ne ölçüde denetim altında tutulabileceği değil. Bizim buradaki meselemiz, anayasanın çeşitli maddelerinde lafzı durmakla birlikte, iktidar tarafından fiilen tasfiye edilmiş bulunan laiklik ilkesinin yokluğunda toplumun nasıl savunmasız bırakıldığı olacak. Bununla ilişkisi giderek güçlenen bir başka mesele de Türkiye'deki siyasal İslamcı iktidarın çığ gibi büyüyen bir İslam kökenli göçmen/sığınmacı/mülteci politikasını âdeta teşvik etmekte oluşudur. Bunun çok katmanlı ekonomik, demografik ve kültürel sonuçlarının olduğunu şimdiden görebiliyoruz. Peki yakın gelecek için hazırlanan şey ne?

LAİKLİKTEN GERİYE NE KALDI?

Mevcut Anayasada hâlâ laikliğe doğrudan/dolaylı referans veren 12 madde bulunuyor. Henüz ikinci madde Türkiye Cumhuriyeti'ni "laik bir hukuk Devleti" olarak tanımlıyor. Bunlara Anayasanın başlangıç hükümleri de eklenmeli. (Bkz. Ali Rıza Aydın, "Laiklik: Hukukta, yargıda, her yerde", Sol Gazete, 07.01.2021). Bunlara bakılırsa, Türkiye'de bir siyasal İslamcı hareketin iktidar olamaması veya bir şekilde olmayı başarırsa da orada tutunamaması gerekiyor. Hatta Anayasal laik Cumhuriyeti tasfiyeyi hedeflemiş bir siyasi hareketin meşru siyaset zemininde yani muhalefette bile yer alamaması gerekiyor.
Bununla birlikte, 2008'de "laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmak" suçundan AYM'de yargılanıp hüküm giymiş/ceza almış AKP, yoluna daha kararlı bir "laiklik karşıtı odak" olarak devam edebiliyor. Çünkü geçen zaman içerisinde kendisi hakkında soruşturma açabilecek tek bir bağımsız cumhuriyet başsavcılığı makamı bırakmamış durumda. 2010, 2017 ve 2018 uğraklarından sonra yüksek yargıyı ve AYM'yi de 2008'de olduğundan çok daha güçlü bir biçimde yürütmeye (şimdi Saray'a) bağımlı kılmış halde.

Siyaseten ve hukuken hesap sorulmasını engelleyen hukuki ve fiili çifte zırh kuşanan, yargı ve kolluğu sopa gibi kullanan bugünkü iktidar türünün artık demokrasiyle uzaktan-yakından ilişkili bir rejimle eşleştirilmesi mümkün değil. Böylesine denetim dışı kalabilmiş bir rejimin; eğitim, yargı, kolluk başta gelmek üzere tüm kamu alanını ve elinden geldiğince tüm toplumu daha fazla dinci ideolojinin ve dinselleştirme araçlarının (TSK'da, yargıda açıkça örgütlenen tarikat yapıları, bunların vakıfları/dernekleri, eğitim birliği dışındaki anti-laik oluşumlar vs.) tahakkümü altına almasının önünde hangi engeller kalmış olabilir?

Bu engeller arasında düzen-içi, parlamento-içi muhalefetin olmadığı açıktır. Onlar, laiklik üzerinden yapılacak ılımlı eleştirilerin bile herhangi bir siyasi oportünitesinin olmadığına iman etmiş gözükmektedirler; dolayısıyla bu mücadele alanını terketmiş durumdadırlar. Ama aslına bakılırsa siyasal İslamcı hareket de böylesine "mücadele kaçkını" veya sistemle uyumlu bir muhalefet varken elde ettikleriyle yetinmek yanlısı da değildir. Laikliğin içi ne kadar boşaltılmış olursa olsun onu bir anayasal/hukuki ayakbağı olarak görmekte, bir gün başına çorap örebileceği olasılığını dışlamamaktadır. Unutmayalım, şimdiye kadar bütün İslamcı/şeriatçı partiler "laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmaktan" kapatılmıştır. O halde AKP, 2017 Anayasası ile yetinemez. Laiklikle ilgili normatif ayakbağlarından kurtulması elzemdir.

Bununla birlikte bu karanlık tablonun umuda açılan kapıları vardır: Birincisi, AKP'nin Anayasayı istediği yönde tekrar değiştirebilecek bir çoğunluk bulması olasılığı tükenmiştir. İkincisi ve daha önemlisi, bütün dayatmalara karşın, toplumun önemli bir bölümü açısından laiklik vazgeçilemeyecek kadar damarlara işlemiş, gündelik yaşamın parçası olmuştur. En yaygın ortaöğretim konumuna getirilen ve her bakımdan zorlanan/teşvik edilen İHL'leri iktidar bu nedenle dolduramamaktadır. AKP şimdiye kadar toplum mühendisliğinin laiklikle mücadele bölümünde istediği başarıyı sağlayamamış ve aşamayacağı bir sınıra dayanmıştır. Şimdiden sonra bu sınırı hiç aşamaz. İdeolojik hegemonyasında gedikler açılmıştır; toplumu, ekonomiyi ve ülkeyi yönetme kapasitesi sorgulanmaktadır; seçmen tabanı daralmıştır ve adil düzenlenecek seçimlerde iktidarını koruma şansını tüketmiştir.

İHVANCI SERMAYE İKTİDARININ GÖÇMEN POLİTİKASI

Tam da bu tıkanmışlık döneminde Türkiye'deki İhvancı iktidarın göçmen politikasında yeni açılımlar beliriyor. Milyonlarca Suriyeli (artı Iraklı, İranlı, Türkmenistanlı, Afrikalı...) sığınmacıdan/göçmenden sonra şimdi de Afganistan'dan gelen kitlesel göçlere kapılar ardına kadar açılmış durumda. (Bkz: "Göçlerin Temeli: İtici Etkenler" yazımız, Sol Gazete, 27.07.2021).

İktidarın kendini özdeşleştirmekte güçlük çekmediği Taliban henüz sahada tam hakimiyeti sağlamadan, zulüm ve vahşetini iyice yaygınlaştıramadan Afganların bir bölümü şimdiden kendilerini göç yollarına atmış görünüyorlar. Bu öncü göçmenlerin, Afganistan iç savaşında ABD'nin ve Afgan Hükümetinin saflarında yer alan paralı militanlar/askerler ve kabile mensuplarından oluşuyor olma ihtimali hayli yüksek. İlginç olan bir başka şey, Afgan göçmenlere Türkiye sınırına kadar İranlı güvenlik güçlerince eşlik edilmesi. Şii kökenli İran'ın Afgan göç dalgaları üzerinden milyonlara ulaşabilecek bir sünni sığınmacı nüfusu ülkesinde barındırmak istememesi; hatta İran'ın, Afganistan'daki Şii azınlığı dahi ülkesine ithal etmek istememesi de anlaşılabilir bir politika olabilir.

Peki AKP iktidarının politikasını nasıl anlamalıyız? Bir kere, AKP açısından bir "politikasızlık" durumundan söz edilemeyeceğini düşünüyoruz. Hedefin, salt AB üzerinde yeni bir göçmen baskısı kurup oradan yeni mali destekler almakla sınırlı olamayacağını da varsayıyoruz. AKP iktidarının bize göre üç hesabı bulunuyor:

(i) Türkiye'nin gerileyen nüfus artış hızının "en az üç çocuk" dayatması üzerinden çözülemeyeceğini nihayet iktidar da anlamıştır. Nüfusu bir ekonomik ve politik güç unsuru olarak gören AKP/Erdoğan zihniyeti, son 10 yıldır sığınmacıları bir fırsat olarak değerlendirmekte ve teşvik etmektedir. (Türkiye kendi nüfus dinamiklerine kalsa, 100 milyon nüfus eşiğini aşamadan doğal sınırına varmış olacaktı. RTE'nin istediği ise bunun ötesine geçmektir).

(ii) Göçmenlerin ağırlıkla Hanefi-Sünni kökenli olmasının da büyük bir avantaj olarak değerlendirildiğine kuşku yoktur. Suriye-Irak göçmenleri belirli oranda Şii nüfus da barındırır ve daha sınırlı bir Sünni-militanlık dozu içerir iken, AKP Afgan göçmenlerin daha geri bir dincilik temelini temsil ediyor olmasını kendi uzun vadeli hesaplarıyla uyumlu görmektedir. Alevi nüfus oranının geriletilmesi de AKP anlayışıyla uyumludur.

(iii) AKP iktidarı ülkeyi bir ucuz ve güvencesiz emek cehennemi yapmakta kararlı gözükmektedir. Emeğin tüm örgütlenme ve hak arama mücadelelerinin önünü kesmekte veya sarı sendikalarla hedefinden saptırmakta büyük deneyim biriktiren, sermaye için örgütsüz ve güvencesiz bir emek pazarı hazırlamak konusunda olağanüstü gayretkeş olan bir siyaset için, bol ve ucuz göçmen işgücü yaratmak, bu sayede de yerli emekçileri daha aza razı etmek, sermaye gözünde vazgeçilmezliğini kanıtlamanın bulunmaz fırsatı gibidir. Bu arada, bu iktidar mensuplarının azımsanmayacak bir bölümünün açık veya örtük olarak doğrudan işveren konumunda olduğu da dikkate alınmalıdır.

SERMAYENİN HESABI NE?

Sermayenin hesabının çok farklı olması veya yukarda sayılanlarla mutabık olmaması beklenemez. Daha geniş bir iç pazar; daha bol, ucuz, güvencesiz ve din baskısıyla daha uysal bir emek piyasası; daha ne istesin? Siz bakmayın Arzu Sabancı'nın "ülkemde mülteci istemiyorum" çıkışına ve buna sazan gibi atlayıp destek veren politikacılara. Sermayenin esas tavrı bu değildir. Nitekim, RTE'nin başdanışmanı Yasin Aktay açıklamış: "Suriyeliler bir gitsin, ülke ekonomisi çöker". "Afganlar olmasa, Türkiye'de çoban bulamayız" diyenler de var. AKP Başkan Yardımcısı Mehmet Özhaseki'nin açıklaması da veciz: "Gaziantep sanayisine gidin, yüzbinlerce insan en ağır ve en zor işlerde çalışıyorlar. Kayseri sanayisinde de öyle. İşçi bulamıyorlar, bu adamlar çalışıyor". Gerçi Gaziantep Ticaret Odası Başkanı Tuncay Yıldırım, "kaçak işçi" çalıştırma imasına karşı, "başarımız geçici korumamız altında olan sığınmacıların sırtından değildir. Suriyeli kardeşlerimizin hiçbir katkısı yok diyemeyiz ancak 'sanayiyi onlar ayakta tutuyor' ifadesi inanıyorum ki yanlış bilgilendirme neticesinde söylenmiştir” savunmasını yapmak zorunda kalmış!

gundemimiz-gericilik-ve-gocmenler-904970-1.
Boğaz kenarındaki yalısından halka pandemi için akıl veren Arzu Sabancı, göçmen konusunda “Ülkemde mülteci istemiyorum. Sessiz işgale dur de” açıklamasında bulunmuştu.


Özetle Türkiye'de sermayenin irili ufaklı kesimleri bu bol, ucuz ve "sorunsuz" işgücünden ziyadesiyle memnun. İşgücü arzının kıtlığı veya bolluğu ile emeğin çalışma/varoluş koşulları arasındaki ilişkiler bütün kapitalizm tarihi bakımından belirleyici olduğu gibi kapitalizm öncesinde dahi geçerlidir. Bağımlı köylü üzerindeki feodal yükümlülüklerdeki artış veya azalışlar ile bu yükümlülüklerin niteliğindeki dönüşümlerde (emek-rant yani hizmet/angarya yükümlülüğünün artışı veya azalışı ile aynî ve para rant ile olan karşılıklı geçişmelerde ve gelgitlerde) birinci derecede rol oynayan etken emek arzındaki değişimler olmuştur. (Bkz. M. Dobb, Kapitalizmin Gelişimi Üzerine İncelemeler, Belge Yn., 1992, özellikle "Feodalizmin çöküşü ve kentlerin gelişimi" bölümü, s. 31-75).

İngilizce aslı 1946'da yayımlanan Dobb'un bu çok önemli çalışmasından geç feodal ve erken kapitalist devlet için şu alıntıyı yapalım: "Kapitalist toplumdaki devletin, ücretleri kontrol etmek ve işçinin hareket özgürlüğünü kısıtlamak yolundaki çabalarının, işgücü rezervinin kıt olduğu zamanlarda, bol olduğu zamanlardakinden daha çok artması beklenebilir. Hemen bütün dünyada işgücü kıtlığının yaşandığı ondördüncü yüzyılda ve onbeşinci yüzyıl başlarında Batı Avrupa ülkelerinde devlet müdahalesinin yoğunlaşması ve onyedinci yüzyılda Fransa'da, örneğin Sully, Laffemas ve Colbert devirlerindeki müdahaleler; bunlara karşılık, ondukuzuncu yüzyılda işgücü rezervinin bol bulunduğu ve nüfusun hızla arttığı dönemde laissez-faire'in en büyük zaferine tanık olunması, sınıflı toplumlarda Devletçiliğin hakim bir motifinin, işgücü piyasasını kontrol etmek olduğu varsayımını desteklemektedir". (ibid, s.22)

Sonuçta, nasıl ki emek kıtlığı feodalizmde emek rejiminin merkezi olarak düzenlenmesine yani görece merkezi bir feodalizme götürmüştür (Osmanlı merkezi feodalizminin, coğrafyanın zorlaması dışında, ana nedeni de budur), kapitalist sistemde de benzeri yönelimler erken dönemlerden itibaren açığa çıkmıştır. Bugünün Türkiye'sine gelirsek, sığınmacı göçmenlerle birlikte emek arzının bollaşması, Türkiye'de esasen sıkı tutulan emek rejiminin bir de piyasa yoluyla hizaya çekilmesi anlamına gelmektedir.

SONUÇ: EMEĞİN TALEPLERİ

Emeğin, emek örgütlerinin ve sol siyasetlerin, ırkçı ve yabancı düşmanı politikalara prim vermeden, ülkeye peşpeşe göç dalgalarının gelmesinin esas sorumlusu olan iktidardan sorması gereken hesaplar ve acil talepleri olmalıdır:

Bir, Türkiye derhal İran ile üst düzeyde müzakereler başlatarak Afgan göçmenlerinin Afganistan-İran sınırında tutulmasını sağlamalıdır. Gerekirse bunun için AB'nin Türkiye'ye önerdiği türden mali destekleri gündeme getirmelidir.

İki, AKP Türkiye'sinin Afganistan'da askeri sorumluluk almasına şiddetle karşı çıkılmalıdır. Emperyalizmin artçı müfrezesi rolünün üstlenilmesinin Türkiye'ye yönelik Afgan göçlerini meşrulaştırıcı etkisi olacağı topluma anlatılmalıdır.

Üç, AKP'nin sorumsuz, pro-emperyalist ve İhvancı politikalarıyla Suriye'deki meşru rejimi zayıflatarak, emperyalizmin işgalini kolaylaştırarak neden olduğu yıkıma derhal son vermeye çağrılması gerekmektedir. Bunun için Esad yönetimiyle diplomatik ilişki kurulmalı, sığınmacıların hiç olmazsa bir bölümünün geri dönüşü kolaylaştırılmalı ve yeni göç dalgaları durdurulmalıdır.

Dört, Türkiye Doğu ve Güneydoğu sınırlarının kevgire dönmesine son vermelidir. Göçmen kaydının bile tutulmadığı bir başıboşluğun ciddi bir devletin politik tercihi olamayacağı topluma anlatılmalıdır.

Beş, TÜİK demografik bileşimi göçmenler hariç ve dahil olarak vermeli, GSYH oluşumuna dahil ettiği göçmen katkısını, kişi başına GSYH hesaplarında da kullanmalıdır.

Nihayet, siyasal İslamcı iktidarın tercihleri göz önünde bulundurulduğunda bu uyarılara kulak asmayacağı hesaba katılmalı ve bir an önce AKP iktidarından kurtulmanın siyasal/toplumsal zemini oluşturulmalıdır.