Sistemin yalanları: “Yoksulluk yoksulun suçudur. İşsizliğin nedeni çalışmayan insanlardır. Devlet ve patron istihdam sağlar, faydalıdır. Bütün yurttaşlar aynı gemidedir.”

Günlerin bugün getirdiği esnek köleliktir

Zafer KÖSE

Marx’ın sözünü ettiği “görünen ile gerçek arasındaki ayrım” meselesi, herhalde en çok, çalışmak konusunda geçerlidir.

GÖRÜNEN DURUM

Dünyanın dört yanındaki milyarlarca emekçinin hiçbiri ite kaka araçlara doldurulup taşınmıyor, şiddet uygulanarak zorla çalıştırılmıyor. İnsanlar alarm kurup kalkıyorlar, servis araçlarına veya toplu ulaşıma koşarak, akın akın çalışmaya gidiyorlar. Sadece işsizler değil, çalışanlar da sürekli iş başvuruları yapıyor.

Kölelik çoktan aşıldı. Çünkü insanlar işe gönüllü gidip çalışacak biçimde eğitiliyorlar. İşsizliği veya piyasa koşullarından eksik kazanmayı dert ediyorlar ama dünya kaynaklarından yoksun bırakılmayı ve yoksulluğu sorgulamıyorlar.

Spikerin okuduğu haberden öğretmenin anlattığı derse, büyükbabanın verdiği öğütten annelerin ninnilerine, komşuların kınayan gözlerinden arkadaşların yorumlarına, çeşitli yollarla sistemin temel yalanları üretiliyor: “Yoksulluk yoksulun suçudur. İşsizliğin nedeni çalışmayan insanlardır. Devlet ve patron istihdam sağlar, faydalıdır. Bütün yurttaşlar aynı gemidedir.”

GERÇEK DURUM

Bu kâr amaçlı düzende işleri itiraz etmeden yapmak, şiddete maruz kalarak çalıştırılmaktan hiç de farklı bir şey değil. Kişiler, belirlenmiş seçenekler arasında tercih kullanarak günlerini geçirse de, aslında insanlık, çok güçlü bir kölelik sisteminde yaşıyor. Zorbalığın ve gardiyanlığın içselleştiği, gönüllü biçimde sürdürülen bir kölelik düzeni bu. Yeterince gönüllü olmayanlar için çeşitli görünümlerle baskı uygulamaları devam ediyor zaten.

Gandi’nin dediği gibi, yoksulluk, şiddetin en kötü biçimidir. İnsana ancak mülk sahipleri ve yöneticiler için faydalı olacaksa “çalışma hakkı” verilmesi ise, en yaygın, en etkili şiddet biçimidir. Bu nitelikteki “çalışma hakkı”nın, aslında “yoksulluk hakkı”ndan başka bir şey olmadığı gerçeğini, Lafargue 150 yıl önce anlatmıştı.

ÇALIŞMA VE YABANCILAŞMA

Emek, insanın varoluşunu yaratmasının da başlıca yolu. Ne yaptığınıza ve nasıl yaptığınıza bağlı olarak, bir iş için harcadığınız emekle, aynı zamanda kendinizi de üretiyorsunuz. Onları yapan ve öyle yapan biri olarak yaşıyor, öyle tanınıyor, dünyayı öyle algılıyorsunuz. İnsanların birbirleri için eşyalar, besinler, bilgiler üretmesi, bu süreç içerisinde ilişkiler, güzellikler, değerler yaratması, bu anlamda çalışmak, nasıl da coşku vericidir.

Ne var ki, insan etkinliklerinde böyle bir yaşama sevinci kolay kolay ortaya çıkmıyor. Çünkü insan “çalışmak”a yabancılaşmış durumda: Emeğine, emeğinin ürününe, insan türüne ve kendine yabancı bir hayat yaşıyor insan.

İnsanlık tarihinde artıkdeğer üretim aşamasına geçilmesiyle birlikte ortaya çıkan bir bela bu. Günlük gereksinimi aşan bir üretim yeteneğine ulaşılınca, sonraki günler için biriktirme gibi olanaklar ortaya çıktı. Mübadele aracı olarak icat edilen para, aynı zamanda artıkdeğeri biriktirmenin ve sermaye oluşturmanın da aracı oldu. Böylece, mülk ve sermaye sahibi insanlar oluştu. Diğer insanlar ise ancak onlar için çalışarak yaşayabilir hale geldi. Bu gelişmelerin sonucunda üretim, kâr amaçlı bir etkinlik haline geldi. “Çalışmak” ise doğallığını yitirerek “çalıştırmak”a veya “çalıştırılmak”a dönüştü.

1 MAYIS: İNSANLIĞIN BÜYÜK ADIMI

Bu açıdan bakınca, insanlığın son yüzyıllardaki en büyük kazanımı, serbest zaman hakkıdır, diyebiliriz. Hatta alet kullanmaya başlamak veya tekerleği icat etmek gibi bir eşiktir, çalışma sürelerinin sınırlanması. Çünkü çalışmak diye adlandırılan ama aslında çalıştırılmak durumunun geçerli olduğu koşullarda, her türlü insani gelişme, ancak serbest zaman kullanmakla mümkün olabilir. Dolayısıyla, çalışma sürelerinin kısıtlanması talebinden türeyen 1 Mayıs değerlerinin insan niteliğinin gelişiminde çok belirleyici olduğunu söyleyebiliriz.

Örneğin, günde ortalama altı saat serbest zaman kullanan bir insan, bu süreyi iki saat kullanan bir kişiye göre sadece üç kat daha fazla “hobi” gerçekleştirmez. Bu, niceliksel değil, niteliksel bir meseledir. Daha az veya daha çok düşünme olanağı değil, başka türlü düşünme yeteneği geliştirmekle ilgili bir konu bu. Daha az veya daha çok bilmekle ilgili değil, başka türlü bilgeliklerle ilgili. Başka türlü inançlarla, başka türlü iletişimlerle, ilişkilerle… Başka türlü bir insan olmak meselesi bu.

ÇALIŞMA SAATLERİ

Özellikle büyük şirketlerde çalışanlar, açıkça görüyordur; dünyadaki maddi üretimi azaltmaya gerek kalmadan günlük çalışma süresi, yıllar önce 4-5 saate indirilebilirdi. Öğle tatili ve molalar iptal edilerek, ulaşımla ilgili de bazı iyileştirmeler geliştirerek, bir emekçinin çalışmak üzere evden çıkıp eve dönmesi için gereken süre, 10-12 saatten 5-6 saate düşürülebilir.

Bu uygulansa, insanların fazladan 5-6 saat serbest zaman kullanması, onların bu sistemin devamını sağlayan özelliklerini mutlaka dönüştürecektir. İlgileri, düşünceleri, insan ilişkileri dönüşecektir. Tüketim alışkanlıkları değişecek, elde ettikleri kazançları harcarken de sisteme fayda sağlayan tutumları kaybolacaktır.

ESNEK KÖLELİK

Fakat teknolojideki ve çalışma hayatındaki gelişmeler, emekçinin kontrolünde ilerlemiyor.
Hızla yaygınlaşan çalışma sürelerinin esnekleşmesi durumu, serbest zamanı değil, iş verimini yükseltme kaygısıyla gerçekleşiyor. Tarih boyunca bütün kölelik ve sömürü düzenlerinin gelişmesinde görüldüğü gibi, ancak kölelerin güncel beklentilerini de karşılayan sonuçlar yaratarak gelişiyor sistem. Örneğin işlerinin çoğunu evden yürütebilen bir emekçi, her şeyden önce yolda harcadığı zamanı kazanıyor. Öyle görünüyor.

Özellikle, geçtiğimiz yıllarda yaşanan pandemi döneminde bu yönde bir sıçrama gerçekleşti. Çalışma saatlerinin muğlaklaştığı, dinlenme, çalışma, tatil zamanlarının belirsizleştiği bir durum oluştu. Çalışma saatlerini kişisel tercihlerine de uygun biçimde belirlemek gibi cazip görünen yönlerin de etkisiyle, çalışanlar bu dönüşüme büyük ölçüde gönüllü katıldı.

Ve bunun sonucunda da, insanlık tarihinin en kritik kayıplarından biri ortaya çıktı. Bir çalışanın günlük ortalama serbest zamanı çoğaldı mı, tartışılır. Ama günün belirsiz saatlerinde çıkan işler ve çalan telefonlar arsında kullanılan serbest zamanın kalitesinde belirgin düşüş meydana geldiği kesin.

Mesai saatinin netleşmesi, çalışma süresinin sınırlanması, ortak talepler için ortak hareket edilmesi, emekçilerin dayanışması… 1 Mayıs’la özdeşleşen, uzun mücadelelerle ve büyük bedellerle, insan türünün gelişimi açısından da belirleyici olan bu çok önemli kazanımlar eridi. Eriyor.

ÖYLEYSE

Serbest zaman talebi de, özgürlük, laiklik, insan hakları ve diğer bütün ilerici talepler gibi, ancak emek mücadelesi ile ilişkilendirerek ve kapitalizmle mücadele ederek büyütülebilir.
Unutmamalı: 1 Mayıs 1886’da görkemli bir gösteriye dönüşen Amerikalı işçilerin 8 saatlik işgünü mücadelesi, dünya emekçileri tarafından desteklendi. Dünyanın milliyetlere veya dinlere göre bölünmüş biçimde algılanması için eğitim, medya ve her türlü yolla yürütülen çalışmalara rağmen, asıl meselenin üretenler ve yönetenler arasında olduğu somutlaştı.
Güçlülerden ricada bulunarak, itaat ederek veya kişisel çözüm arayarak değil, örgütlü mücadele sonucunda insanca haklara ulaşılabileceği kanıtlandı.
Temel talebimiz değişmedi: Bizim olsun emeğimiz; zamanımız, ömrümüz.
Yaşasın 1 Mayıs!