Google Play Store
App Store

Nerede bir hak arayışı varsa, nerede bir emek mücadelesi varsa, Edip Akbayram’ın bizzat kendisi veya bir şarkısı da oradaydı.

"Güzel günler göreceğiz çocuklar"

Tekin Deniz - Arşivci, Yazar

Abidin Dino, ’68 olaylarını, Paris’te, bizzat göstericilerin arasına karışarak anlık çizmişti. Nâzım Hikmet de bir şair olmasının yanı sıra aynı zamanda sahici bir not tutucu değil miydi? Sonra Âşık Veysel, Ruhi Su, Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin, Sabahattin Ali gibi öncü isimler de çağlarının vicdanları değiller miydi?

Edip Akbayram da işte bu yukarıda isimlerini saydığım değerler gibi çağının önemli bir tanığıydı. Bir günlük, beş günlük şöhretlerden çok, koca bir ömre yayılmış, hak edilmiş gerçek bir sanat emekçiliğinin mücadelesini verdi. Elbette bu düzeyde büyük isimlerin büyük oluşlarının temelinde yatan ana öğe, özne olarak kendilerinin değil, temsil ettikleri, taşıyıp geleceğe aktarma ağrısını duydukları sosyal bilincin sorumluluğudur. Yani Edip Akbayram gibi isimler, bir kişi olmaktan öte, ortak bir hafızaya tekabül etmektedirler. Halkın pek çok farklı kesimi, böyle değerlere baktıklarında, onlarda, muhakkak ama muhakkak kendi hikâyelerinden bir parça bulurlar.

1980 darbesi sonrası yürütülen Kenan Evren ve Turgut Özal hükümetlerinin kültür sanat politikalarına baktığımızda, derin bir asimilasyon ve korkunç bir yozlaştırma çalışmasıyla karşılaşırız. Alibeyköy’den Eminönü’ne kadar uzanan fabrikaların olduğu o dönemlerde, bu fabrikaların çevreleri emek sömürüsünün ve ucuz işgücünün merkezi olan gecekondularla kuşatılmıştı. Anadolu’dan büyük kentlere üç on paraya çalıştırmak için getirilen milyonlarca insan; kişi olmanın, düşünmenin, sorgulamanın, hak aramanın ne olduğunu etraflıca anlayamasınlar diye bu yozlaştırma politikalarıyla kültürsüzleştirildiler. Buradaki kültürden muradımız, sadece tiyatro, sinema, resim, heykel vs değil elbette. Anadolu demek, aynı zamanda binlerce yıllık kadim kültürlerin, inanışların, seslerin ve renklerin de odağı demek değil midir zaten? İşte bunları alıp, yerine tektipleştirilmiş, soluk, sevinçsiz, umutsuz, gri bir gökyüzü bırakmaya çabaladılar.

Edip Akbayram ne yaptı peki? Avrupa Rönesansı’nın da çıkış noktalarından ve ana fikirlerinden olan insan sevgisini savundu. Daima yaşamın, yaşatmanın, emeğin ve mücadelenin savunusunu yaptı. Kendisine çuvalla para teklif edilse de gelip geçen iktidarlarca topluma zerk edilmek istenen yozlaştırma politikalarının bir aparatı olmadı. Şiirlerinin sorumluluğunu alıp şarkılar halinde söylediği Nâzım Hikmet’lere, Sabahattin Ali’lere, Vedat Türkali’lere asla ihanet etmedi.

Edip Akbayram, her şeyden öte gerçek bir yurtseverdi. Halkına, milletine büyük bir aşkla bağlıydı. Dünyanın her yerinde konserler vermiş bir sanatçıydı ama en beğendiği, en sevdiği yerin bu topraklar olduğunu her fırsatta söylüyor, milletimizin onurlu, yaşama saygılı ve uğruna mutlaka ama mutlaka bir şeyler yapılması gereken bir millet olduğunu ısrarla söylüyordu. Yani bir şarkıcı olmaktan öte, bir aydın sorumluluğuyla hareket ediyordu.

Orhan Kemal, halkı eleştirenlere karşı: “Bizler aydınlar olarak bu halka ne verdik ki onlardan ne istiyoruz? Bizler ödevlerimizi yerine getirdik mi sahiden?” sorusunu sormuştu hepimize. Edip Akbayram da aslında bu ödevi tamamlamaya adamıştı tüm ömrünü.

Bazı yazarlar “Burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi” dese de Edip Akbayram “salkım salkım tan yelleri estiğinde…” aydınlığı göreceğimize, bu ülkeyi sonuna kadar savunmamız gerektiğine gönülden inanıyordu.

Edip Akbayram ustanın ardından kimleri:

“Güzel günleri göremeden öldü”

“Haramilerin saltanatının yıkıldığını göremedi…” gibi yazılar yazdılar.

Bir memleketin aydınlarının amacı, o güzel günleri görmek değildir, o güzel günleri var etmenin hiçbir karşılık beklemeden mücadelesini vermektir. Edip Akbayram da bunu yaptı.

Yaşamayı ciddiye alacaksın,  

yani o derecede, öylesine ki,  

mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,  

yahut kocaman gözlüklerin,  

beyaz gömleğinle bir laboratuvarda  

insanlar için ölebileceksin 

hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, 

hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,  

hem de en güzel en gerçek şeyin  

   yaşamak olduğunu bildiğin halde…

diyen Nâzım Hikmet’in de bayrağını taşıyordu.

Nerede bir hak arayışı varsa, nerede bir emek mücadelesi varsa, Edip Akbayram’ın bizzat kendisi veya bir şarkısı da oradaydı. Sivas Katliamı sonrası söylediği şarkılar, söylediği sözler, kendi çağının tanıklığının benim açımdan zirvesiydi. Evet, bu bir bayrak yarışı. Edip Akbayram, vazifesini hakkıyla yaptı. Onurlu, şerefli, namuslu bir hayat yaşadı.

Günümüz şarkıcıları, sanatçıları, tiyatrocuları, yazarları da bu bilinçle yaşamaya ve üretmeye çabalamalılar. Bu memleket bizim, bu sebeple bizler, her karışından sorumluyuz! Yılgın, bezgin, ümitsiz olmaya hakkı yok hiçbirimizin.

İnatla ve inatla “Güzel Günler Göreceğiz Çocuklar!” demeliyiz! Bu uğurda emekle, dirençle, omuz omuza ter dökmeliyiz. Edip Akbayram’ın bizlere bıraktığı asıl miras bu direniştir, bu aydınlıktır.

Edip Akbayram ölmedi, aramızdan da ayrılmadı. İlk işçi grevinde, ilk 1 Mayıs’ta, ilk omuz omuza mücadelede bizimle buluşacak.

Var ol, nur ol Edip Usta! O gün, o aydınlık gün, bu memleketin çok sevdiğin çocukları seni kucak dolusu çiçeklerle karşılayacak:

“Güzel günler göreceğiz çocuklar / Motorları maviliklere süreceğiz…” diyeceğiz. Dilimizde yine senin şarkıların olacak.