Teknolojik olarak oldukça gelişmiş Metropolis şehrinde iki farklı toplumsal grup yaşamaktadır. Bir yanda kenti yönetenler öte yanda kenti ayakta tutanlar.

Güzel günler göreceğiz, güneşli günler: Metropolis

Emine Uçar İlbuğa - Prof. Dr. Radyo, Tv ve Sinema Bölümü

M. Ryan ve Douglas Kellner Politik Kamera adlı eserlerinde “sinemada toplumsal dünyanın temsil ediliş biçiminin politik olduğuna vurgu yaparlar ve bu amaçla filmde her kamera konumu, görüntü düzenlemesi anlatı dili ve kurgusunun bir temsil biçimi stratejisiyle ilgili olduğunu, sinemasal gerçekliğin dünyanın farklı biçimlerde inşasına dayandığını söylerler.

Alman sinema kuramcısı S. Kracauer’da “görülebilir dünya yüzeyler aracılığıyla ifade edilir, bu yüzeylerin sorgulanışı ise dünyanın fizyonomisine götürür” der. Ona göre film ile gerçeklik arasındaki ilişki sosyolojik temeller üzerine inşa edilir. Bu nedenle Caligari’den Hitler’e adlı kitabının önsözünde “dönemin sessiz Alman sinema filmlerini analiz ederek 1918-1933 yılları arasında Almanya’da hâkim olan derin psikolojik eğilimlerin ortaya konabileceğini iddia” eder. Çünkü bu dönem aynı zamanda Weimar Cumhuriyeti dönemidir.

Alman imparatorluğunun sonu ve Weimar Cumhuriyeti’nin kurulduğu 1918’ler refahtan ziyade ekonomik, siyasal bunalım ve çıkmazlar dönemidir. Ülkede bir yandan I. Dünya Savaşı sonrası yenilginin psikolojik yılgınlığı, ekonomik, siyasal anlamda çalkantılar öte yandan dışavurumculuk, yeni nesnellik gibi sanat akımları Alman resmine, mimarisine, edebiyatına hâkimdir. Bu yıllarda Alfred Döblin’in Berlin Alexanderplatz (1929) romanı, Brecht’in Üç Kuruşluk Opera (1928) oyunu, Ruttmann’ın Berlin: Büyük Bir Kentin Senfonisi (1927) filmi gibi dışavurumculuk ve yeni nesnellik akımının hâkim olduğu ve “modern yaşamın en kasvetli normalliğini” ortaya koyan eserler yaratılır. Bununla birlikte 1917’de kurulan UFA (Universum-Film Aktiengesellschaft) ile stüdyo sistemi gelişir, büyür ve Alman sinemasının Altın Çağı’na ortam yaratır. Lotta Eisner’in “Alman kasveti” olarak tanımladığı dışavurumculuğun Weimar sinemasına taşınması da bu döneme denk gelir. Bu dönemin dışavurumcu filmlerinin baskın teması korku, karamsarlık, güvensizlik, umutsuzluk, kader ve insanların mücadeleden ziyade giderek içe kapanmalarını öne çıkaran Dr. Caligari’nin Muayehanesi (Wiene,1920), Nosferatu (Murnau, 1922) gibi filmler çekilir. Bu dönemin en önemli filmlerinden biri de senaryosu Theo von Harbou‘ya ait, Fritz Lang’ın yönetmenliğini üstlendiği Metropolis’tir. Film hem dönemin dışavurumcu, fütürist akımlarının sinemadaki temsili hem bilimkurgu türünün erken dönem bir örneği olarak Babelsberg stüdyolarında çekilmiştir. 

Ezilenler ve Ezenler Karşıtlığında Bir Dünya 

Teknolojik olarak oldukça gelişmiş Metropolis şehrinde iki farklı toplumsal grup yaşamaktadır. Bir yanda kenti yönetenler öte yanda kenti ayakta tutanlar. Üstsınıf cennetle ifade edilebilecek koşullarda, eğlencenin doruklarında yaşarken, işçi sınıfı gün ışığından yoksun, oldukça kötü koşullarda çalışıyor ve yaşıyor. Kentin yönetimini elinde tutan Joh Fredersen tüm şehri Babel kulesinden elektronik koşullarda izleyen ve her şeyi gören, duyandır. O şehrin tek gücüdür. Filmde Tanrı yoktur. Ancak din olgusu daha çok işçilerin Maria ile bir araya geldikleri kilise ya da katedrale benzer mimari yapı ve kişiselleştirilmiş Maria örneği üzerinde temsil edilir.

Film 10 Ocak 1927 tarihinde ilk kez Berlin’de izleyici karşısına çıkar. Alman sinema tarihinin bu döneme kadar çektiği en pahalı bütçeli filmdir. Metropolis Unesco’nun belirlediği kültür mirası olarak 1994 yılında düzenlenmiş haliyle koruma altına alınmıştır.

Joh’un oğlu Freder kuş sütü eksik elit köşkünde, tesadüf eseri işçiler arasında iyiliği ile mitleşmiş, işçilerin zor koşullarında tek dayanakları olan Maria ile karşılaşır ve böylece şehrin altındaki yoksul işçi sınıfının yaşamından haberdar olur. Babil kulesinden her şeyi gören baba Joh Freder Maria’nın işçiler üzerindeki etkisinden yararlanmaya karar verir.

Uzun yıllardır dargın olduğu biliminsanı Rotwang’tan yardım ister ve Rotwang ile yapacağı robotun Maria’ya benzemesi yönünde uzlaşır. Joh Maria’yı gerçek Maria yerine kullanarak işçileri kontrolüne almayı amaçlar ve robot Maria işçileri kışkırtarak bir ayaklanmaya öncülük eder. Bu ayaklanma sonucu şehrin kalbi olarak nitelendirilen merkezî makine patlar ve işçilerin kaldığı bölge sular altında kalır, böylece işçiler ve çocukları ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Gerçek Maria, işçi çocuklarını boğulmaktan kurtarıp, bitap düşerken, işçiler çocukları ve kendilerinin yaşamlarını tehlikeye atan ve ayaklanmayı körüklediğini düşündükleri robot Maria’ya karşı öfkelerini yönlendirirler. Bu ayaklanma ile kırdıkları, tahrip ettikleri şehrin kalbi olan makinenin yaşadıkları şehir için hayati önemini anlarlar. Bu kez kenti yöneten üstsınıf ile kenti ayakta tutan altsınıf arasında korunması adına ortak bir mücadele alanı oluşur. 

Sonuç olarak kenti yönetenler (beyin) ile kenti ayakta tutanlar (eller) arasında köprüyü Maria (kalp) kurar. Maria’nın kaygıları sonuç bulur, şehri huzura kavuşturacak iki farklı sınıfı bir araya getirecek koşullar yaratılır.

Fritz Lang’ın Metropolis filminde toplumsal düzen Marksist ideolojinin temelini oluşturan sınıflar arası çelişkiye dayanır. Filmde sınıfsal farklılık vurgusuna karşın işçilerin isyanı ve filmin önerdiği çözüme bakıldığında önemli çelişkiler olduğu görülür. Bir yandan Marksist ideolojiye yaslanan bir tez, diğer yandan tam o düşüncenin karşıtı uylaşımcı bir anlayış film boyunca işlenir. İşçilerin kötü yaşam koşulları sanki aracı ve şehrin kalbi olan makinenin anlaşılması ile çözümlenir. Bu filmde çıkış noktası sınıf çatışması olsa da işçilerin kaybedecek bir şeyleri vardır o da çocukları… Oysa film boyunca işlenen karşıtlık işçileri yutan makineler, yerin altında, mağaraya benzer yerlerde, tek tip kıyafetler ve ritmik hareketleriyle kapitalizmin ve iktidarın adeta kölesi haline getirilmiş işçilerin hem kendilerine hem makinelere yabancılaşmış dünyalarının tam karşısında yukarda yüksek gökdelenler, uçan arabalar, kenti bölen trenler, kuşların, çiçeklerin, doğanın, güneşin alabildiğine parıldadığı bir dünyada yaşayan insanlar vardır ve bu karşıtlığa karşı işçilerin isyanı onların kurtuluşundan ziyade sınıflar arasında bir uzlaşma ve simgesel bir devrim önerisi ile son bulur.

Sonuç olarak Fritz Lang’ın Metropolis’i estetik dili, mizansen ve teknik bakımdan eleştirmenlerce göklere çıkarılır ve dışavurumcu Alman sinemasının genel olarak karamsar, kaderci, içedönük ve geleceğe güvensiz bireylerin korku dolu yaşamlarına alternatif sunmadan çaresizliği öne çıkaran filmlerinin karşısında Metropolis sınıfsal bir tema üzerinden ilerler. İşçi ve işverenler, halk ve iktidar arasındaki derin uçurumu görünür kılar ve işçilerin/halkın isyanıyla adaletsiz sistemin sorgulanmasına olanak sağlar.