Google Play Store
App Store

Türkiye’de sistemin, Alevi inanç kimliğine dair tutumunu anlamaya imkan veren hususlardan birisi, Hacı Bektaş Veli dergâhıyla ilişkilenme biçimidir. Tarihin farklı dönemlerinde ve farklı siyasal rejimlerde yönetici elitlerin dergâha dair tutumları genellikle benzer olmuştur. II. Mahmut’un yönettiği Osmanlı devletinin Bektaşi Tekkelerini yıkma kararı, Osmanlı coğrafyası içinde çok sayıda tarihi inanç mekanının ortadan kaldırılmasına yol açtığında, Hacı Bektaş Veli Dergâhı kurtulabilmişti. Ama dergâh, Aleviliği düşman olarak gören ve ‘düşmanını’ ortadan kaldırmaya pek hevesli Nakşibendi şeyhlerinin eline verilmişti.

Zamanla şartlar değişmiş, mekan yeniden geleneğin inisiyatifine geçmiş ve yeni Türkiye’nin kurulmaya çalışıldığı günlerde, yeni rejimi kuracak olanlar için bir umut mekanına dönüşmüştü. Nitekim M. Kemal Anadolu’ya çıktığında bu mekanı ziyaret etmiş, dergâhın desteğini almış ve geleneğin önderi Cemalettin Çelebi’yi de Kırşehir milletvekili olarak TBMM’ye seçmişti. Rivayet olunur ki Mustafa Kemal Cumhuriyeti kuracağını da dergâhta doğrudan Cemalettin Çelebi’ye söylemişti. Ne var ki türlü politik oyunlar nedeniyle, Cemalettin Çelebi, üyesi ve başkan vekili olduğu meclisi göremeden Hak’ka yürümüştü.

∗∗∗

II. Mahmut’un dergâha müdahalesinden yüzyıl sonra, umut ve endişenin içiçe geçtiği ortamda bu kez cumhuriyetin meşhur ‘Tekke ve Zaviyeleri kapatan’ kanunu dergâha çökmüştü. Yeni rejim öyle bir yasa çıkarmıştı ki açık açık ‘Aleviliği men etmişti’. Artık seyitlik, pirlik, çelebilik gibi ifadeler bile yasaktı. Dergâh yeniden kurucu geleneğinden ve mukimlerinden koparılmış, artık askerlere ve diğer devlet görevlilerine verilmişti. Onlar da ‘görevlerini’ yapmış; dergâhın tarihi ve kültürel mirasını talan etmişlerdi.

Uzun zaman böyle devam eden dergâhın öyküsü 1960’lı yıllarda askeri darbe ile kurulan yeni rejimin Alevi dünyaya ‘ilgisinin’ bir neticesi olarak bu kez bir ‘müze’ haline getirilmişti. Yeni rejimin gözünde Alevilik ‘müzelik’ bile olsa yine de Alevi dünyasında büyük umut sağlamıştı. Geleneğin sahipleri yeniden mekana dönebilmişlerdi. Resmi olarak müzenin kurulmasının yıl dönümü olan 16-18 Ağustos günlerinde hem ilçe, hem de dergâh Alevi dünyasının gözde ziyaret mekânına dönmeye yeniden başlamıştı.

Geçtiğimiz hafta Hacı Bektaş etkinliklerine katıldığımda bütün bu öyküyü düşündüm. Tanıklık ettiğim fotoğraf bu kez çok daha ilginçti. Uzun yıllar dergâhtaki etkinliklerin bir tür ‘partneri’ olan devlet, bu yıl bir adım daha öteye geçmiş ve kendini hem dergâhın sahibi ilan etmiş hem de Alevilerin yerine geçmişti. O kadar ki Hacıbektaş halkının seçtiği Belediye Başkanı da dahil, geleneğin kurumları neredeyse tümüyle ‘dışarıda’ tutulmuştu. ‘Memlekete komünizm lazımsa, onu da biz getiririz’ politikası sanki yeniden tezahür etmiş gibiydi. Ayrıca aşırı güvenlik kararları nedeniyle küçücük kasabada hareket etmek bile olağanüstü zorlaştırılmıştı.

∗∗∗

Ama herhalde sistemin ihmal ettiği bir detay vardı. Aleviler artık 1826’daki veya 1925’deki ortamlarından daha farklı bir noktadaydılar. Devlet neyi münasip görüyorsa ona uyum gösterme eğiliminde değillerdi. Tam da böyle oldu ve Hacıbektaş Belediyesi’nin, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile birlikte ve Alevi kurumların da dahil olduğu bir program ve etkinlikler serisiyle mekana damgasını vurdu. İBB Başkanı sayın İmamoğlu ve gelenek içinde büyük saygı gören sayın Kılıçdaroğlu başta olmak üzere, parti liderlerinin şahsen katılmaları da bu başarılı manzarada çok büyük bir rol oynadı.

2024 Hacı Bektaş etkinlikleri dergâhın tanıklık ettiği tarihi tecrübe dikkate alındığında, önemli bir sosyolojik olguya işaret ediyor. Gelenek kendi mecrasını buluyor ve koruyor. Bunun anlamı şudur: devlet, inançlara engel olmak ve/veya kendini onların yerine koymaktan vazgeçmelidir. Yani ülke, sözcüğün gerçek anlamında laik olmalıdır. Türkiye o günleri gördüğünde inançlar kendi mecralarında, ihtiyaçlarının gerektirdiği seviyede, biçimde ve nitelikte varolabilecektir. Unutmamak gerekir ki toplumsal barışın yolu da buradan geçiyor.