Hakikat sonrası zamanlar

DENİZ POYRAZ

Albert Camus, ülkemizde daha çok roman ve tiyatro eserleriyle, kısacası edebiyatçı kişiliğiyle tanınan çağdaş bir Fransız sanatçı-filozof. Oysa Camus’yü sadece bir edebiyatçı olarak düşünmek ve edebiyatçı kişiliğiyle ona yaklaşmak bir eksiklik; çünkü yazılarında bir yaşama felsefesi ortaya koyması, onun edebî kişiliği yanında filozof tavrının da olduğunu gösteriyor. Camus’yü anlamak, onu her iki cephesiyle de tanımakla başlıyor aslında.


Ali Osman Gündoğan’ın, ilk baskısı 1995 yılında yapılan Albert Camus ve Başkaldırma Felsefesi adlı çalışması, 20. yüzyılın en önemli filozoflarından biri olan Albert Camus’nün, başkaldırı olarak nitelediği felsefesi üzerine, absürd kavramına dayalı olarak ortaya çıkan yaşama biçimi hakkında, Türkçe dilinde kaleme alınan ilk felsefî çalışma. Bu çalışma, filozofun bütün eserlerini dikkate alarak, bu eserlerinde düşüncelerinin nasıl ortaya konulduğunu anlatıyor. Çağının düşünce ve olayları karşısında Camus’nün tavrının filozofça bir tavır olup olmadığını tartışması bakımından da oldukça kıymetli.

Camus’nün eserlerinde ortaya koyduğu felsefî düşünceler iki temel kavrama oturuyor: Absürd ve Başkaldırma. Eserin birinci bölümü, varoluşçuluk nezdindeki absürd kavramının incelenmesine ayrılmış durumda. İnsan bilinci ile dünya arasında kopuş olarak ortaya çıkan absürd karşısında, insanın başkaldırısı… Hâliyle, çalışmanın ikinci bölümü de bu “başkaldırma felsefesi”ni bütün boyutlarıyla inceliyor.

Düşünme, insanı diğer canlı türlerinden ayıran en önemli, belki de yegâne vasıf; zira insan, bu özelliğiyledir ki, kendi varlığının bilincine varmakta, özgür iradenin ne olduğunu anlamaya çalışmakta, bu suretle yapıp etmelerinin anlam ve değerini ortaya koymakta, kısacası tabiatına uygun bir tarzda yaşamanın yollarını aramakta. Camus, edebiyatçı kimliğini ön plana çıkararak ortaya koyduğu eserlerinde insan bilinci ile dünya arasındaki kopuşu usta bir düşünür edasıyla dile getirmekte ve hayatın anlamını “filozofça” bir tavırla “başkaldırıda” bulmakta.

Sayfaları çevirdikçe öğreniyoruz ki Camus, yoksulluk içinde bir hayat sürerken, baba sevgisinden de yoksun kalmış. Daha hayatının ilk günlerinden itibaren bu dünya ve onun alınyazısı, onu bir çocuğun duygusal doyumundan uzak tutmuş. Camus, yirmi dokuz yaşında ölen babasının mezarını kendisi kırk yaşındayken bulmuş. Babasından daha yaşlı olarak, mezarın başında şunu düşünüyor: “Oğulun babadan daha yaşlı olduğu yerde çılgınlık ve kargaşa vardır yalnızca.”

Varoluş, oğlu babadan daha yaşlı hâle getiriyorsa, orada, o hayatta bir düzenden bahsedilir mi sahi? Elbette ki Camus bu dünyanın ölümlü düzenine başkaldıracaktı.

Camus, yaşadığı çağın önemli olayları karşısında, bir hayat tecrübesinden çıkarılmış düşüncelerini, kendisi bir varoluşçu filozof olduğunu reddettiği hâlde, varoluşçu bir çizgide ortaya koymaya çalıştı. Onun mücadelesi kötülüğe, savaşa, çalışma kamplarına, işgallere karşı bir mücadele oldu. Bunu yaparken de insan ve tabiat sevgisiyle hareket edip, bilhassa ezilen insanların dertlerini dile getirmeyi amaç edindi.

Söz (logos), hakikati açığa çıkaran bir anlama sahipken günümüzde hakikati örterek sanal bir hakikat belirliyor ve hakikat-ötesi bir duruma neden oluyor. Bu, kadim bilgeliklerin peşinde koştuğu hakikatten vazgeçmek anlamına geliyor. Yaşadığımız dünya, Camus’nün “saçma” olarak nitelediği dünyaya denk geliyor bir bakıma. Camus’nün “Başkaldırma Felsefesi”, yaşadığımız çağı derinden kavrayabilmek adına da özel bir ilgiyi hak ediyor. İyi okumalar.