Deprem iktidar içindeki dengeleri fena halde sarsmış görünüyor. İktidar adına konuşanlar, her ne kadar deprem sonrasında devletin tüm imkânlarıyla bölgeye müdahale ettiğini söyleseler de gerçeğin böyle olmadığını herkes biliyor. Tanık olunan koordinasyonsuzluk ve beceriksizliklerin sorumluluğunu kimse üstlenmek istemiyor. Kendisini temize çekmek isteyenler “Saray ne emrettiyse onu yaptık” korosuna katılıyor. Erdoğan ise seçim öncesinde içeride çatlak görüntüsü vermemek için henüz hiçbir bakanın “görevden affını” talep etmiş değil. Bu zamana dek en tepeden en alt birimlere kadar tek bir istifa hadisesinin yaşanmamış olması bundan.


İktidarın “tutarlı” olduğu tek konu, muhalefete yönelik saldırıların ve nefret dilinin sürdürülmesi. Böylesine vahim bir tablo ortadayken, iktidar kanadının en azından eleştirilere karşı daha ağırbaşlı bir tutum takınması beklenirdi. Ancak tam tersine “bunları not ediyoruz” diyen tehditkâr bir üslubu benimsediler. Sahada iki haftadır büyük bir özveriyle çalışan grupları kriminalize etmeyi, etkinliklerini her fırsatta sınırlandırmayı seçtiler. Muhalefet belediyelerinin deprem bölgesindeki faaliyet yürütmelerini de iktidarın onlara sunduğu bir lütuf olarak lanse etti. İçişleri Bakanı Soylu’nun “kendimin haz etmediği, terör örgütü ile ilişkilendirdiğim bir partinin belediyesine de ‘burada çadır kurabilirsin, engellemiyorum’ dedim” ifadesi bunun bir kanıtı adeta.

***

İktidardaki yüksek tansiyon, muhalifleri hedef alan kampanya marifetiyle düşürülmek istense de, ibre bir türlü “normale” dönmüyor. Saray ile Soylu arasında yağma ve hırsızlık olaylarına dair görüş ayrılığı, yüksek tansiyonun semptomları arasında. Erdoğan 10 ili kapsayan OHAL kararının alınmasına gerekçe olarak yağma hadiselerini göstermiş ve şöyle demişti: “Bu süreci istismar eden, yolsuzluklar yapan, tefecilere karşı OHAL ile müdahale etme imkânı devlete vermiş olacak. Bazı yerlerde maalesef marketlere, AVM’lere yağmalama çalışmaları oluyor. Bunlara OHAL ile müdahale etme imkânı olacak.” Soylu ise birkaç kez yağma olaylarının olmadığını, yağma iftirası ile devlete ve vatandaşlara iftira atıldığını söyledi. İçişleri Bakanı, Erdoğan’ın daha önce sarf ettiği sözlerin kendi görev alanına dair bir ima içerdiğini düşünmüş olsa gerek ki asayişi ve emniyeti bozan bir durumun olmadığını ısrarla vurgulama ihtiyacı hissediyor. Soylu istatistiklerle “güvenlik devleti görev başında” mesajı veriyor.

Diğer bakanlar da “ilk iki-üç günü unutun, devlet duruma el koydu” demek için mikrofon karşısına geçiyor. Çevre ve Şehircilik Bakanı, on binlerce binanın, önemli kamu tesislerinin nasıl harap olduğunu açıklamak yerine yeni inşaat “müjdeleriyle” yılların kusurunu kapatmaya çalışıyor. “Asker neden sahaya geç indi” sorusunun muhatabı olması beklenen Milli Savunma Bakanı, sonradan kurtarma faaliyetine katılan askerlerin ya da sıla izni verilenlerin sayısını aktarmakla yetiniyor. Sağlık Bakanı afet bölgesinde hasar gören, kullanılamaz hale gelen, zaten sayısı yeterli olmayan devlet hastaneleri hakkında hükümet adına özeleştiri vermek yerine kurdukları sahra hastanelerine, sahadaki sağlık çalışanlarına dair istatistiklere sığınıyor. Rakamlar yığıyorlar halkın önüne, tüm beceriksizliklerin o sayı yığının altında kalmasını umuyorlar. Halbuki büyük acılar yaşayan, sevdiklerini yitiren, hayata sıfır noktasından başlamak zorunda olan on binlerce insan istatistiklerle, seçime endeksli müjdelerle avutulamaz.

***

Halk hepsini not etti. Yurttaşlar enkaz altındayken sivil toplum örgütlerine, sosyalistlere parmak sallayanları, devrimcileri gözaltına alıp HDP’nin deprem kriz merkezine kayyım atamaya çalışanları; can yerine kasa kurtarma derdine düşenleri, en ihtiyaç duyulduğu anda sırra kadem basan mülki amirleri tek tek yazdı eksi hanesine. Halkın parasını “bağış” adı altında devletin bir cebinden alıp diğerine koyanlar, devasa kazançlar elde edip kaşıkla yardım yapanları, bağışladığı parayı ertesi sabah teşvik olarak alanlar da utanç tablosunda yerini aldı.

Bir de defterin artı hanesi var, memleketin dört bir yanından deprem felaketine koşanların, günlerdir canla başla çalışanların emeği orada bir kutup yıldızı gibi parlıyor. Diyanet’in depremzede evlatlık fetvasındaki o çirkin ganimetçiliğin aksine çocukları gülümsetmek için uğraşan gençlerin inadı umut oluyor. Enkaza bakıp yeni rant alanları görenler değil evlerini depremzedelere açanlar açık yaralara bir nebze olsun deva oluyor. Biz öldük ama gömülmedik diye iç çekenlere hangi dağ efkârlıysa biz oradayız diyenler yetişiyor.

Bir kez daha gördük: Rant düşkünlüğü, fetihçilik ve kendinden başkasına parmak sallama hastalığı ile din sömürüsü arasında içsel bir bağ var. Bu içsel bağın garantörü olan rejim şimdi çıkmazda. İdeolojik olarak inandırıcılığını yitiren İslamcılık, bir yönetme pratiği olarak da yenildi artık. Yerine laik, eşitlikçi, özgürlükçü bir düzen kurmak bizim elimizde.