Depremin üzerinden bir hafta geçti, maalesef her gün daha da ağırlaşan bir tabloyla karşı karşıyayız. Tarifi olmayan bir acı hüküm sürüyor Anadolu topraklarında. Çıkarılmayı bekleyen bedenler, defnedilmek üzere yan yana sıralanan naaşlar, yaralı vücutlar, yorgun yüzler… Gözümüzün önünde kayıp giden, tanıdık tanımadık binlerce yaşam. Kime çevirseniz başınızı kara bulutlar çökmüş suratlara, kederin altında kocaman bir çığlık: “Yeter artık”.

Türkiye toprakları çok afete, çok yıkıma tanıklık etti. Ama belki de hiçbir zaman toplum bu denli öfkeli, bu denli bilenmiş olmadı. Depremin vurduğu her noktada gözyaşını, matem havasını bastıran bir öfke yankılanıyor. Yıllardır sürdürülen “cihan devleti” propagandası bu öfkenin duvarına çarpıp paramparça oluyor. Kolay değil, yüz binlerce insan deprem sonrasının en kritik 48 saatinde yapayalnız kaldı. Depremzedeler bir yetkiliye, seslerini duyurabilecek bir makama ulaşmak için saatlerce uğraş verdi. Kendi imkânıyla iş makinesi kiralayanları da, TV kamerası ışığında kurtarma faaliyeti yürütenleri de gördük. Başının çaresine bakma hali bu olmamalıydı!

***

Enkazların başında bir umut yardım ekibi bekleyen çoktu, bir süre sonra kurtarma ekibiyle karşılaşabilenler ise bekleyenlerin arasında bir azınlıktı. Birçok yapısal engele, yetersizliğe rağmen kurtarma ekiplerinin insanüstü bir çabayla didindiği çok açıktı. Yıkıntılar arasından çıkarılan her canlı beden, ekipleri de yakınlarını da sevince boğdu. Ancak mucize kurtuluşlar birer umut nişanesi olsa da bu devasa yıkım denizinde birer damladan ibaretti.

Deprem sonrasında sesini duyuramayanlar, aç biilaç ortada kalanlar, içine girecek bir çadır bulamayanlar Erdoğan’ın depremin üçüncü gününde eksiklikleri eleştirenlere “haysiyetsiz”, “şerefsiz” dediğini işitti. Bu, iktidarın kendisine yönelik öfkeyi muhalefete çevirme hamlesinin ilk örneklerinden biriydi. Halbuki o esnada yakınını kendi elleriyle enkazdan çıkarıp yine kendi elleriyle defnedenler vardı. TSK kurtarma faaliyetlerine yeni katılmış, polis ve asker yeni yeni devriye gezmeye başlamıştı. Tuvalet ve barınma sorunları başta olmak üzere onlarca problem de varlığını sürdürüyordu, ki bu yazı yazıldığında hâlâ benzer bilgiler almaya devam ediyoruz.

Belki sürekli en uzun köprü, en yüksek bina, en büyük havalimanı yaptık diye övünülmese; SİHA’yı, İHA’yı, TOGG’u işaret edip teknoloji devi olduğumuz söylenmese; sınır dışındaki TSK birlikleri sayılıp ne denli “kudretli” olduğumuz anlatılmasa ya da sınır ötesinde kurulan şehirlerin propagandası yapılmasa bir haftadır tecrübe ettiğimiz koordinasyonsuzluklar ve zaaflar bu kadar ağır gelmezdi. Anlattığı hikâyenin büyü bozumuna uğradığını fark eden iktidar şimdilerde “asrın felaketi” kampanyasıyla buna engel olmaya çalışıyor. Kendi kusurlarını afetin büyüklüğüyle kapatmayı deniyor. Ancak olan oldu; yaldızlar çok fena döküldü.

***

Halkın iktidara yönelik öfkesini başka hedeflere yönlendirmeye çalışan gruplar özellikle sosyal medya üzerinden atağa geçti. Böyle zamanlarda toplumun geniş kesimlerini saran belirsizlik ve emniyetsizlik hissini sömürmek, kamuoyunun ilgisini depremin yıkıcılığına yol açan nedenlerden ve akabinde yaşanan eksikliklerden uzaklaştırmak ve sahte düşmanlar yaratmak için canhıraş bir çaba var. Deprem bölgesinde yaşanan hırsızlık ve benzeri olayları ana gündem yapmak, buna teşebbüs edenleri etnikleştirmek, linç saldırılarını özendirmek bu çabanın önemli bir parçası. Aklı başında olan herkesin, bir yandan bu tip suçların engellenmesi için kamu gücünü hukuk dahilinde etkin olmaya davet etmesi, bir yandan da zaten travma yaşayan bölge halkını ve gözü deprem bölgesinde olan milyonlarca insanı manipüle etmek isteyenlere yüksek sesle itiraz etmesi hayati bir önem taşıyor. Zira bu benzin dökülen yangın kısa zamanda başka sahalara da sıçrayabilir.

Geride bıraktığımız bir hafta gösterdi ki, iktidar depremin siyasi bedelini ödememek için her yolu deneyecek. Deprem bölgelerini kapsayan OHAL ilânının, iktidarın ilk şoku üstünden atması sonrasında muhalefete yönelik yeni bir baskı aracı olarak kullanılması kuvvetle muhtemel. Depremin ilk günlerinden bu yana alanda dayanışma faaliyeti örgütleyen toplumsal güçlere engel olmaktan seçime giden süreci iktidar lehine çevirmeyi hedefleyen hamlelere kadar çeşitli uygulamalarla karşılaşabiliriz. Buna “dur” diyebilecek şey muhalefetin geri çekilmemesi, toplumun yarasını sarmanın ancak politik değişimle mümkün olduğunu yurttaşlara hissettirmesidir.

Halkın öfkesini çaldırtmamanın ilk şartı hesap sormaktan geçer. Tüm suçun bir avuç müteahhidin, hırsızın, yağmacının üzerine atılarak siyasi kadroların kendilerini temize çıkarmasına izin vermemekten geçer. Rant düzeni yerine eşitlikçi bir düzen kurma iradesine sahip çıkmaktan geçer. İşte o zaman “yeter artık” diyenlerin sesi ete kemiğe bürünür.