AKP’nin tahribatıyla ekonomi çok önemli bir sorun alanına dönüştürülmüşken, muhalefet cephesinde geleceğe dönük iç bütünlüğü olan bir ekonomik programa kafa yorulduğuna dair işaretler neden alınamıyor?

Hangi ekonomik politikalar?

Baştan belirtelim; konumuz, sol bir cephenin ortak programının ekonomik politikaları değil. Yakın bir siyasi gelecekte şekillenecek, uygulanacak ve hepimizi derinden etkileyecek daha olası bir gündem. Millet İttifakı partileri ile onların yanında duran iki AKP türevi partinin nasıl bir ortak ekonomik programa sahip olacakları konusu, artık giderek yaklaşan bir olasılık gibi görünüyor.

Önce bir saptama yapalım: Bizim bu konuyu merak ettiğimiz kadar bir ilginin bizzat bu ittifak içinde duyulmadığı görülüyor. Muhalefet cephesinin ilgi odağında Anayasa, yeni yönetim sistemi, yeni parlamenter düzene ilişkin değişiklikler var; bunlar üzerine görüşme turları yapılıyor. Büyük ölçüde uzlaşacakları da anlaşılıyor. Peki, ekonomik programa ilişkin görüşmelerin yapılmıyor olması acaba bu konuda zımnî (örtük) bir anlayış birliğini mi yansıtıyor? Ara sıra yapılan parçalı açıklamalara bakılırsa, izlenecek ana eksen(ler) konusunda pek bir anlaşmazlık olmadığı anlaşılıyor. Tâli konulardaki uyuşmazlıklar nasıl olsa çözülür veya ertelenir.

Uyuşulduğu varsayılan ana eksenler ne olabilir peki? En genel çerçevede neoliberal düzenleme rejimi görünüyor. Kimse, hiçbir parti veya parti temsilcisi, bu liberal amentü konusunda zinhar bir itiraz yükseltmiyor. Kuşkusuz neoliberal uygulamaya sosyal soslar katılacaktır; ama zaten aralarında bir kan uyuşmazlığı yok ki. Neoliberalizmin kalelerini oluşturan ülkeler sosyal devleti Türkiye’den çok daha fazla çalıştırmıyorlar mı? Covid-19 pandemisi sürecinde bunu bir kez daha göstermediler mi?

MUHALEFETİN ÖZGÜN BİR PROGRAMI VAR MI?

Daha dar çerçeveye yani Türkiye özeline gelinirse, AKP’nin ilk 10 yıllık döneminin (doğrudan/dolaylı IMF programının geçerli olduğu dönemin) “erdemleri” konusunda, cari muhalefet cephesinde pek bir anlaşmazlık olduğu söylenemez. Bunu fevkalade kaygı verici bir durum olarak not ediyoruz. Tamam, her parti 2000’lerin başlarında uygulanan programda zamanın gereklerine ve kendi meşrebine göre küçük düzeltmeler talep edecektir elbette. Ama hangisi örneğin TCMB’nin, düzenleyici ve denetleyici kurulların bağımsızlığına itiraz edebilir? Hangisi ülkenin uluslararası mali sisteme karşı bağımsızlığını bunun önüne koyabilir? Örnekler çoğaltılabilir; ama asıl mesele şudur: Ülkenin tüm olanaklarının sermaye yönünde seferber edilmesine bir “sınır” konulabilecek midir? Uluslararası işbölümünde Türkiye’ye biçilen role, gerekirse kurulan köprüleri atmak pahasına, meydan okunabilecek mi?

Öte yandan AKP’nin tahribatıyla ekonomi çok önemli bir sorun alanına dönüştürülmüşken, muhalefet cephesinde geleceğe dönük iç bütünlüğü olan bir ekonomik programa kafa yorulduğuna dair işaretler neden alınamıyor? Tamam, zaman zaman ayrıntıdaki bazı somut hedefler hakkında sert bir kararlılık gösterilmiyor değil. Alın size “asgari ücretin vergi dışı bırakılması” önerisini... Bunun simgesel değeri olabilir, ama abartıldığı kadar kritik bir mesele değil, en azından Gelir Vergisi tarifesindeki dilimlerin genişletilmesi kadar can alıcı değil. Öte yandan elbette emeklilikte yaşa takılanlar (EYT) ve 3600 gösterge sorunları da dile getirilsin ve iktidar üzerinde baskı kurulsun; bunlar geniş toplumsal katmanları ilgilendirdiği için alıcısı çok olan konular. Hatta bunlara bazı borçların (öğrencilerin burs kredileri, çiftçi borçları gibi) kısmen silinmesi de eklenebilir. Çiftçilere olan destek de artırılabilir. Ama bunların hepsi de AKP’nin bile giderayak -can havliyle- en azından kısmen yapabileceği türden bölük pörçük düzenlemeler. Dolayısıyla özgünlüğü olan bir bütünsel program bunlardan çıkmaz.

Yolsuzlukların üzerine gitme, yolsuzluk gediklerini kapama, savurganlığı bitirme, ihale yasasını ve uygulamalarını baştan aşağı yenileme; bütçe hakkını tesis ederken Sayıştay’ı ve diğer denetim organlarını etkinleştirme; kentsel rantlardan kamuya daha fazla fayda çıkarma; KÖİ’leri yeniden düzenleme, döviz taahhütlerini TL’ye dönüştürme, daha ileri gidilerek bunları kamulaştırma hedefleri bile, eğer uygulanabilirlerse, bir ekonomik programın ancak bir parçasını oluşturabilir. Bu dönüşümlere ihtiyaç var, yapılsalar çok iyi olur, hatta bunların takipçisi de olunmalıdır, ama bunlardan ekonomiyi uzun vadeye taşıyacak bir yapısal dönüşüm çıkmaz. Buradan yeni bir ekonomik paradigma oluşturulamaz. Sermaye merkezli bakıştan kurtulmadan da oluşmayacaktır; ki bunun toplumsal/sınıfsal desteği vardır ama siyasi iradesi oluşmuş değildir

Sermaye birikim modelinde değişikliğe gidememek gibi temel bir sorun alanı yanında, oluşturulacak “düzeltilmiş ve büyük ölçüde başlangıç ayarlarına döndürülmüş bir AKP ekonomisi” seçeneğinin de “işleyemememek” gibi bir sorunu olacaktır. Burada iki düzlemde eleştiri yapılabilir: Birincisi, AKP’nin “devr-i saadet” dönemi, istense bile yeniden canlandırılamaz. İkincisi, tâli boyutta olduğu sanılan bazı hedefler de ekonomik kararların önünü tıkayabilir veya çıkmaz sokaklara sürükleyebilir veya muhalefet partileri arasında da anlaşmazlığa neden olabilir. Tek bir örnek üzerinden giderek ikincisinden başlayalım.

VERGİLEMEDE YENİDEN 'ARZ YÖNLÜ İKTİSAT' MI?

Geçen hafta, İYİ Parti’nin ekonomiden sorumlu başkan yardımcısı yeni dönemde uygulanacak vergi politikası konusunda, anakronik olması bakımından ilginç sayılabilecek bir hedeften bahsetti. Dolaysız vergilerde, yani gelir ve kurumlar vergilerinde, yüksek oranları düşürerek hem verginin daha geniş tabana yayılacağı hem de yatırımların ve dolayısıyla ekonominin canlandırılacağından dem vurdu. Bu bize, Türkiye’nin yakın kamu maliyesi tarihinde iki kez denenmiş (déjà vu) ve başarısız olduğu kanıtlanmış bir düşüncenin tozlu raflardan yeniden indirileceğini haber veriyordu.

1980’ler Türkiye’sinde, Özal’ın başbakan yardımcısı olduğu dönemden (1981-83) başlayıp, başbakan olduğu dönemde (Kasım 1983 sonrası) dolu dizgin sürdürülen “arz yönlü iktisat” anlayışı, aslında kamu gelir ve harcamalarının (yani devletin) küçültülmesine dönük neoliberal programın bir parçasıydı. İngiltere ve ABD'de ilk uygulamaları 1979'dan itibaren görülmeye başlamıştı; bir çevre ülkesinde bu kadar erkenden gündeme gelebilmesi, Özal'ın dahiyâne taklitçiliğinden kuşkusuz ayrı düşünülemezdi.

Devletin çok daha boyutlu olduğu gelişmiş kapitalist ülkeler açısından bakılırsa, kamu harcamalarının hemen küçültülmesi başarılamayabilirdi, frenlemenin etkisi için zamana ihtiyaç olacaktı; ama dolaysız vergilerin marjinal üst oranlarının iptali veya gelir vergisi tarifesinin artan oranlı yapısının yumuşatılmasıyla istenen etkilerin önemli bölümü hemen sağlanabilirdi. Böylece, daha az vergilendirilen sermaye daha fazla yatırım yapar, bu da ekonomiyi özel sektör üzerinden canlandırırdı. Bir dönem sonra da daha düşük vergi oranlarından daha fazla vergi tahsilatı olanakları da yaratılmış ve telafi mekanizması kısmen çalışmış olurdu. (Kısmen, çünkü devletin boyutlarını küçültmek hedefi korunmaktadır). Kısa dönemdeki gelir kayıpları ve bütçe açıkları ise özelleştirmeler üzerinden kapatılırdı. Devlet borçlanması da yedekte tutulurdu zaten. Bu oldukça naif yaklaşım, Laffer Eğrisi'yle (“vergi oranları arttıkça bir noktadan sonra vergi tahsilatı azalır” basit reçetesiyle) de desteklenerek, neoliberalizmin ideolojik atağının bir parçası yapılmıştı. Buna rağmen pratikte yanlışlandı; Batı’da, özelleştirmelere rağmen, devletin boyutları 1993’e kadar büyümeye devam etti. Nihayet 1998’de biraz gerileme sağlanabilmişti ama AB ortalamasında kamu harcamaları/GSYH oranı ancak yüzde 47,5’e geriletilebilmişti. Gelişmiş kapitalist devletin regülasyon maliyetleri yüksekti.

Türkiye gibi devletin esasen boyutsuz olduğu bir ülkede “arz yönlü iktisat” taklitçiliğinin hazin sonuçları ANAP’ın ikinci yılından itibaren yaşandı; 1984 ve 1985 yıllarında vergi yükleri dibi gördü. Bunu telafi edebilmek için bir ur gibi büyüyecek olan fon ekonomisi yaratıldı, iç borçlanmada da gaza basıldı. Özelleştirme programı 1986’da başlatılmıştı ama burada istenen sonuçlar alınamadı. Bu dönemden kalan sermayeden “vergi alma borç al” anlayışı, kamu maliyesini 1990’ların sonlarında artık ciddi bir krize götürecekti. 2001 yılına gelindiğinde, faiz harcamalarının konsolide bütçeye oranı yüzde 43,5’di; vergi gelirlerine oranı ise yüzde 100’ü aşmıştı, yani tüm vergiler faiz giderlerine bile yetişememekteydi. Bir iflas manzarasıydı.

İşin ilginci, 1998'de kapsamlı bir vergi reformuna soyunan koalisyonun maliye bakanı Z. Temizel’in de aklında “arz yönlü iktisat”tan başkası yoktu. 1980’ler bu politikalarla açılmıştı; 1990’ların sonuna yani dönemin kapanışına gelindiğinde karşımıza gene aynı politikalar getirilmekteydi. Sorunun dolaysız vergilerin yüksek oranlarında olduğu tespiti yapılınca, sermaye kesimleri bu indirimlerin hemen yürürlüğe girmesini sağlayacak, ancak ertesi yıl Temizel’in bakanlıktan düşürülmesiyle “reformun” asıl ayağı olan gelirlerin toplanarak artan oranlı tarifeye tâbi tutulması esası sürekli ertelenecek ve AKP gelince de tarihe gömülecekti! Kamu maliyesinin krizde olduğu bu dönemde, krizin etkilerini büyütecek biçimde, 1998-2002 yıllarında gelir vergisi yükü aşağıya çekilmiş olacaktı. Bu da, ne vergilemede ne de ekonomide etkinlik sağlayabilecekti.

GELİR VERGİSİ TARİFELERİ NE ANLATIYOR?

Temizel düzenlemesiyle Gelir Vergisi oranları yüzde 25-55 aralığından yüzde 20-45 yelpazesine doğru daraltılmıştı. Ücretliler için ayrı bir tarife düzenlenerek bu oranlar yüzde 15-40 aralığına çekilmişti. AKP, bu yaklaşımı daha ileri götürerek herkes için tek tarife düzenlemiş ve oranları yüzde 15-35 aralığına getirmişti. Bunu 2006-2018 dönemi boyunca uyguladı. Özal'ın 1980'lerde yardımına gelemeyen özelleştirme gelirleri AKP’nin bu döneminde fazlasıyla mevcuttu.

Bununla birlikte, AKP iktidarı, bir kerelik istisnai bütçe gelirlerinin suyunu çektiği, bütçe açıklarının ise tırmandığı 2019’dan itibaren bu uygulamaya son vermek durumunda kalacaktır. Gelir vergisi oranları yeniden yüzde 15-40 bandına çekilecek, ücret gelirleri için ayrı bir tarife uygulamaksızın üçüncü ve dördüncü dilimlerde bu gelirlere biraz daha geniş dilimler uygulanarak sözde bir indirim yapılıyor gözükülecektir. Kurumlar vergisi oranı yüzde 20’ye indirilmişken, 2018-2020’de üç yıl yüzde 22 olarak uygulanacak, 2021’de ise tekrar yüzde 25’e çıkarılacaktır.

Gelir Vergisi tarifelerinde asıl köklü yapısal değişiklikse, 1981-2002 uygulamalarındaki gibi süper geniş bir ilk dilim yerine, 2006 sonrasında giderek daraltılmış dilimlere geçilmesi olacaktır. Böylece çok sayıda yükümlünün, özellikle ücretlilerin, yıl içinde üst basamaklara geçişi ve daha yüksek oranlardan vergilendirilmesi sağlanacaktır. İlginç ilişki şuradadır: Özal’ın mühendis tarifeleri, gelir vergisi yükümlülerinin çok büyük bölümünü yüksek oranlı ilk basamakta toplarken, AKP dönemi tarifeleri daha düşük oranlardan başlamakla birlikte yükümlüleri yıl içinde üst basamaklara ve oranlara geçirmektedir. Bugünün sorununun tarife yapısı olduğu işte bu yüzdendir.

SONUÇ: AKP'NİN CİLALİ EKONOMİSİ CANLANDIRILAMAZ

AKP iktidara geldiğinde ekonomi kendisi için IMF programı ve düşen koalisyon hükümeti tarafından temizlenmiş durumdaydı. Dünya konjonktürü uygun finansman koşulları sunmaktaydı. İçerdeyse önünde kapsamlı bir özelleştirme listesi bulmuştu. IMF’nin dış kaynağa ve özelleştirmeye dayalı programı için herşey uygundu. Bu koşulların tekrar bir araya gelmesi olanaksızdır.

İkincisi, TL’nin aşırı değerli tutulduğu 2002-2013 döneminde dolar bazlı GSYH şişirilebiliyor, kişi başına milli gelir hızla artrılabiliyor, hane halkının düşük borçlanma düzeyi yükseltilerek (GSYH’ya oranla yüzde 4’lerden yüzde 20’lere çıkarılarak) sahte bir refah etkisi yaratılabiliyordu. Bu koşullara dönülemez. Nitekim son yıllarda TL’nin değer yitirmesi, bu defa dolar cinsinden milli gelirde ve kişi başına gelirde hızlı kayıplara yol açmaktadır.

Yüksek cari açıklara, dış kaynaklara ve özellikle dış borçlanmaya dayalı büyüme hikâyesi, şirketleri de hesapsız bir dış borçlanma rehavetine sürüklemiştir. Devletin dış borçları son yıllarda artmaya başlamakla birlikte, devletin iç ve dış borç yükü görece düşük sayılabilir. Bu yükün artırılması üzerinden kaynak sağlanabilirse de bunun 2002-2015 anlayışıyla benzerliği bulunmamaktadır.

***

İYİ Parti başekonomistinin anakronik vergileme önerisi Millet İttifakı tarafından da benimsenir mi bilmiyoruz. Ama anlayış birliğine varılması uzak bir ihtimal olmayabilir. O zaman, kendi geçmiş deneyimlerinden ders almayanların ülkesinde, değişen bir şey olmayacaktır. Peki ama, herşey bir yana, “arz yönlü iktisat” ile kaynak sorununu nasıl çözeceksiniz? Öte yandan, iyice tartışılmayan bütün bu konuların yarın iktidar sahibi olunduğunda ne gibi sürtüşmelere yol açacağı üzerine kafa yoran birileri var mıdır acaba?