Sosyal gruplar ve bireyler, her türlü kaynak için kendi iç gruplarının üyeleriyle, yani kendilerinin de ait olduğu grubun üyeleriyle rekabet halindeler. Rekabet, sıklıkla düşmanlığa ve hor görüye de neden oluyor.

Hangi hayvana nasıl bakıyoruz?
Bir kişi, et yemekte etik bir sorun görmezken sokak köpeklerine çocuklarından bile daha çok ilgi gösterebiliyor. (Foto:Unsplash)

Yıllardır vejetaryenlerin de doğru bir şekilde ileri sürdüğü, son dönemde sokak köpekleriyle ilgili tartışmalarda da tekrardan gördüğümüz üzere, insanlar diğer hayvanlara tercihi muamele uyguluyorlar: Yani belli hayvanları kayırırken, diğerlerini aynı değerde görmüyorlar. Kısaca “türcülük” olarak tarif edilen bu nitelik, özünde insanların belli türleri diğerlerinden üstün görmesinden kaynaklanıyor. “Irkçılık” gibi bir tutum olan türcülüğü fark etmek biraz daha zor; çünkü türümüz içindeki ayrımcılığın (ırkçılığın) saçmalığını, doğadaki envai çeşitliliğe ve bu çeşitlilik içindeki yerimize bakarak kolaylıkla görebiliriz. Fakat türcülüğün tehlikelerini görmek için, Dünya genelindeki canlılığın ötesinde bir örnekleme bakmak gerekiyor ve henüz Dünya-dışı yaşamı bulamadığımız için, türcülüğü kestirmek konusundaki başarısızlığımız devam ediyor.

Gerçekten de türcülük, herkeste, çeşitli seviyelerde bulunuyor: Örneğin bir insan, belli bir hayvanın yenmek üzere öldürülmesine karşı çıkarken, oturduğu binanın inşaatı sırasında öldürülen fare, karınca, köstebek ve benzeri hayvanların yaşam haklarını aynı şekilde savunma ihtiyacı duymuyor. Benzer şekilde bir kişi, et yemekte herhangi bir etik sorun görmezken (dolayısıyla et üretimi amaçlı hayvan öldürmeyi normal karşılarken), sokak köpekleri veya kedilerine kendi çocuklarından bile daha çok ilgi gösterebiliyor.

İşte bu kategorizasyonları kafamızda nasıl inşa ettiğimizi anlamak, hem bir tür olarak insanı (dolayısıyla kendimizi) daha iyi anlamaya hem de diğer hayvanlara yönelik yaklaşımlarımızı daha tutarlı hale getirmeye yarayabilir.

SOSYAL ALGILARIMIZ

Human-Animal Interactions dergisinde yayımlanan yeni bir araştırma, tüketilebilir bir meta olarak görülmeleri nedeniyle genellikle daha az duyarlı olduğumuz ve tarihsel olarak haklardan ve ahlaki kaygılardan muaf tuttuğumuz “gıda hayvanları” (veya halk arasındaki tabiriyle “yemeklik hayvanlar”) da dahil olmak üzere, çeşitli hayvanlara yönelik sosyal algılarımızı değerlendirmeye çalıştı. Ele alınan hayvanlar arasında köpekbalığı, timsah, domuz, köpek, ahtapot, tavşan, inek ve orangutan gibi 16 farklı hayvan türü/grubu vardı.

Çalışmanın temeli, Stereotip İçerik Modeli (İngilizce: “Stereotype Content Model”) adı verilen bir model üzerine inşa edildi. 2002 yılında sosyal psikolog Susan Fiske ve ekip arkadaşları tarafından geliştirilen bu model, her türlü grup stereotipinin ve kişilerarası izlenimlerin (ve bu çalışma çerçevesinde, aynı zamanda insanların hayvanlara yönelik izlenimlerinin) sadece ve sadece iki parametreyle ifade edilebileceğini öngörüyor: “canayakınlık” (ve “sıcaklık”) ile “yeterlilik” (veya “kifayet”).

Modelin dayanak noktası, bütün insanların, herhangi bir yabancıya yardım etmeden önce iki şeyi gözettikleri varsayımına dayanıyor: İnsanlar, öncelikle yardım etmeyi düşündükleri yabancının kendilerine yardımcı olma veya zarar verme ihtimalini düşünüyorlar (ki bu, “canayakınlık” parametresini oluşturuyor). Sonrasında (veya eşzamanlı olarak), yardım etmeyi düşündükleri yabancının zannettikleri/öngördükleri/algıladıkları niyetini hayata geçirme potansiyelini tartıyorlar (ki bu da “yeterlilik” parametresini oluşturuyor). Yani insanlar hem kendilerine yardım edebileceklerini düşündükleri hem de bu yardımı hayata geçirebileceklerini düşündükleri yabancılara daha çok yardım ederken; kendilerine zarar verebilecek ve bu zararı uygulamaya koyabileceğini düşündükleri yabancılara daha az yardım etmeyi tercih ediyorlar.

DÜŞMANLIK VE HOR GÖRME

Aslında bunu hayatın her alanında görüyoruz: Sosyal gruplar ve bireyler, çeşitli kaynaklar için (örneğin üniversite kontenjanları için, temiz su kaynakları için, petrol için, daha iyi bir maaş için, vb.), kendi iç-gruplarının üyeleriyle, yani kendilerinin de ait olduğu grubun diğer üyeleriyle, sürekli rekabet halindeler. Bu rekabet, sıklıkla düşmanlığa ve hor görüye de neden oluyor. Bu tür çatışmaların daha sık yaşandığı gruplar, “sıcaklık” parametresi bakımından daha düşük değerlere sahip bireylerden oluşuyor (daha doğrusu bu gruplardaki bireyler, birbirlerini “daha az sıcak/canayakın” görüyorlar). Öte yandan grubun daha iyi eğitilmiş veya daha zengin bireyleri (yani daha yüksek statüye sahip bireyleri), ellerinde daha çok kaynağa sahip oldukları için, niyetleri iyi de olsa kötü de olsa bunu hayata geçirme ihtimalleri daha yüksek olarak algılanıyorlar (bu da diğer grup üyelerinin gözünde, “yeterlilik” skalasında daha yüksek puan almalarına neden oluyor). Bu iki parametreye bağlı olarak, bir kişinin kendisine tehdit olarak görmediği ve kaynaklara erişim konusunda donanımlı gördüğü kişilere yardım etme ihtimali daha yüksek oluyor.

İşte Singapur’da; vejetaryenler, hayvan aktivistleri ve kendilerini her iki grupta da görmeyenler arasında yapılan bu yeni çalışmada, insanların diğer hayvanlara yönelik algılarının sıcaklık-yetkinlik boyutunda değerlendirmesi hedeflendi. Sonrasında katılımcıların yaptığı değerlendirmeler, çok boyutlu ölçekleme analizine tabi tutuldu.

Beklendiği üzere katılımcılar, bu 16 hayvanın her birini, “canayakınlık” ve “yeterlilik” boyutlarında önemli ölçüde farklı şekilde değerlendirdi. Görünen o ki insanlar, gerçekten de çeşitli hayvan türlerine yönelik farklı sosyal algılara sahipler. Bu kümeleri kabaca dörde ayırmak mümkün: “Sevilesi Hayvanlar”, “Kurtarılası Hayvanlar”, “Umursanmayan Hayvanlar” ve “Sevilmeyen Hayvanlar”.

ETİK İDEOLOJİ

Burada bir anlığına durup, çeşitli hayvanlara yönelik tavırlarınızı düşünerek, hangi hayvanı hangi kategoriye yerleştirdiğiniz üzerine kafa yormanızı öneririm.

Araştırmada daha ilginç olan nokta şuydu: Çalışmada, katılımcıların etik ideolojisi de ölçüldü ve (yine tahmin edilebileceği gibi) vejetaryenler ve hayvan aktivistlerinin daha “mutlakçı” inançlara sahip olduğu görüldü. İlginç olan bu değil, şu: Bu ideolojik farklılıklar ölçeklendirme sürecine dahil edildiğinde, etik ideolojinin, katılımcıların insan olmayan hayvanlara ilişkin sosyal algıları üzerinde neredeyse hiç etkisi olmadığı görüldü. Yani yazı başında da anlattığım üzere, insanlar kendilerini ideolojik olarak nerede konumlandırırlarsa konumlandırsınlar, yeterince geniş bir hayvan çeşitliliğine maruz kaldıklarında, bu hayvanları az önce bahsettiğim 4 kategoriye ayırıyorlar gibi gözüküyor.

Tabii ki bu araştırma da hiçbir araştırma gibi kusursuz değildi: Örneğin çalışma katılımcıları, yalnızca Güneydoğu Asya’da yer alan Singapur’dan seçilmiş kişilerdi. Dolayısıyla bu insanların ortak olarak paylaştığı kültürün kendine has huyları, çalışma sonuçlarının kısıtlı ve yanlı olmasıyla sonuçlanabilir. Bu nedenle bu ilginç araştırmanın daha çok sayıda ülkede ve çok daha fazla katılımcıyla, geniş bir coğrafyada tekrarlanması gerekiyor.

Fakat içimden bir ses, sonucun değişmeyeceğini söylüyor.