Hatırlatmalar | 2013-2015’ten bugüne, süreçten sürece dersler

Politika Kolektifi
2015’te Dolmabahçe’de AKP ve HDP temsilcilerin katıldığı bir toplantı ile Kürt sorununda çözüm sürecine ilişkin bir mutabakat metni imzalanmıştı. 2013’te başlayan sürecin çözüme evrildiği bu “tarihsel” adımın müjdelenmesinden çok kısa bir süre sonra, Erdoğan çözüm sürecinin “buzdolabına” kaldırıldığını ilan ederek 7 Haziran seçimleri öncesinde bir manevraya imza atıyordu. 7 Haziran 2015 seçimlerinde Davutoğlu’nun başında olduğu AKP, birinci parti olsa da tek başına iktidar olacak güce erişememişti. Bu yenilgi karanlık bir dönemin kapısını aralayacak bir kırılma noktası oldu. Bahçeli’nin her türlü koalisyon ihtimalini dışlamasının ardından Erdoğan’ın yeniden seçim ilanı ile girilen 1 Kasım süreci, ülke tarihinin en kanlı dönemlerinden birisine sahne olacaktı. Erdoğan Bahçeli ile kurduğu ittifakla yeni döneme girerken, başkanlık sistemine geçişin taşları da kanlı bir savaşla döşenecekti. Öte yandan da Kürt hareketi de özerklik ilanları ile başlattığı hendek savaşları ile ülkenin her yanına patlatılan bombalarla genişleterek, bu kanlı savaşın parçası oldu. Bu kaos ortamı içinde 1 Kasımda oylarını yüzde 50’lere çıkaran AKP, MHP ile birlikte sonrasında türlü hile ve oyunlarla tek adam rejime geçildi. 2013-2015 sürecini hatırlatırken, şimdi sürecin muhatapları bir kez daha herkesi “barış” çağrılarının arkasına dizilmeye davet ederken, hiç olmazsa o karanlıkta kalan günler hakkında tek bir söz dahi söylenmediğini de hatırlatmış oluyoruz.
Oslo ile başlayan MİT ve PKK arasındaki görüşmeler, 2013’te İmralı görüşmeleri ile bir çözüm sürecine dönüştürülmüştü. Silahlı mücadelenin sona erdirilerek demokratik bir çözümün yollarının açılması için bir imkân olarak da ortaya çıkan süreç, AKP için kendi gücünü pekiştirmenin bir aracı olarak kullanıldı. İktidarının ilk döneminde, AB dolayımlı bir demokratikleşme söylemi, AKP’nin alamet-i farikalarından birisiydi. Bu dönemde devlet içindeki güç mücadelelerinde üstünlük sağlamak için, ABD ve AB’nin desteğiyle birlikte içeride de demokratikleşme söylemi AKP’ye muhalefete de uzanacak bir ittifak alanı açıyordu. 2010 referandumundaki Yetmez ama Evet ve boykotçuluk bir dolaylı ittifakın yansıması olarak yaşandı. 2013 çözüm sürecine gidilirken, AKP bir yandan devlet içinde güç kazanmakla birlikte ikili bir krizle karşı karşıya kalmıştı. Bir yandan iktidar ortağı cemaatle çatışmanın yarattığı gerilimler bir yandan da Gezi’ye uzanacak bir toplumsal mücadelenin yükselişi. Kürt açılım süreci bir anlamda AKP için bu dönemdeki iktidar krizini aşabilmenin yollarından birisi olarak görüldü. Bunun bir parçası da tıpkı bugün de olduğu üzere Büyük Ortadoğu Projesi içinde konumlanmış yeni-Osmanlıcılık içindeki bir Kürt-Türk ittifakının oluşturulması şeklindeydi. İslam kardeşliği etrafında bir Türk-Kürt ittifakı üzerinden sınırların genişletilmesi görüşleri ilk kez o dönemde gündeme getirildi. Hatta bu görüşler çözüm sürecinin o dönemdeki son metni olan 2015 Newroz’unda okunan Öcalan’ın mektubunda da ifadesini buldu. İslam kardeşliğine yönelik bir vurgu aynı zamanda, Ortadoğu ittifakı içinde Türkiye’nin büyümesi olarak ifade edilerek, çözüm sürecinin ortak hedefi olarak ilan edildi. Bugün olup biteni anlamaya çalışırken, daha dün yaşadıklarımızın dersleri de burada durmaya devam ediyor.
***
2009 OSLO GÖRÜŞMELERİ
Çözüm Sürecinin miladı için farklı tarihler gösterilse de hem İçişleri Bakanlığının başlattığı Kürt Çalıştayları hem de sonradan ortaya çıkan Oslo görüşmeleri sebebiyle temellerini 2009 yılına getirebilmek mümkün. Nitekim İmralı Notlarında da Öcalan, 2009 öncesi süreçte örgütü çok fazla çatışmaya sokmayarak AKP’ye şans verdiklerini, içerideki sorunlarını çözene kadar beklediklerini açıklamıştı. 2009 yılında da dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “Çok güzel şeyler olacak” sözleriyle müjdelediği çözüm sürecinin arka planında PKK’nin tek taraflı olarak ardı ardına ateşkes ilanları vardı. Sürecinin ilk somut adımı olarak 2009 yılında Oslo’da MİT görevlileri ve PKK yöneticilerinin görüştüğü ortaya çıktı. Dönemin Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı Hakan Fidan’ın da katıldığı bir görüşme o dönemde basına sızdırılmış, Fidan, vb isimler üzerinden örgüt ve Öcalan arasında iletişim sağlandığı anlaşılmıştı. Fidan’ın varlığı, Erdoğan’a en yakın isimlerden biri olarak görüşmelerde “Erdoğan’ın samimiyetinin işareti” olarak gösterilmişti.
Oslo sürecinin bir adımı olarak Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla Habur’dan PKK üyesi 34 kişi giriş yaparak teslim oldu. AKP-Cemaat koalisyonunun önde gelen isimleri bu süreci barış ve “cumhuriyetle hesaplaşma” olarak lanse ederken, arkasındaki siyasi hesap, Oslo görüşmeleri ile yakınlaşılan Kürt hareketini de iktidar, Gülenciler ve liberaller etrafında kurulan koalisyona katmaktı. Nitekim evdeki hesap o dönem çarşıya uydu ve 2010 Anayasa değişikliğinde Kürt hareketi boykot tavrıyla referanduma dolaylı olarak destek verdi. Referandum sonrası yargının da ele geçirilmesiyle AKP-Cemaat ittifakı devlete tümüyle hâkim olacak bir güç haline geldi. Kürt hareketi ise yeni rejimin kurucu öznelerinden birisi olacağı yanılsamasıyla o eksen içine yerleşmiş oldu.
2011 yılında çatışmaların yeniden başlamasıyla Oslo süreci de kesintiye uğradı. 2011 genel seçimleri öncesinde TSK’nın başlayan operasyonları, ardından Silvan’da yapılan saldırı, süreci kesintiye uğratırken peşi sıra gerçekleşen seçimlerde AKP rekor oy alarak üçüncü kez seçim kazandı. Çatışmalar ve DTK’nin demokratik özerklik ilan etmesi AKP tarafından bahane edilerek Oslo Süreci sona erdi. Ancak bu kez çatışmaların artmasının ardından içlerinde siyasetçilerin ve aydınların da bulunduğu binlerce kişi KCK operasyonlarıyla içeri atıldı. Operasyonlar, Kürt hareketinin dolaylı yoldan desteklediği 2010 referandumunun sonucu olan, AKP-Cemaat yargısının Özel Yetkili Mahkemeleri ile gerçekleştirilmişti. Ancak KCK operasyonları, bu kez Öcalan’ın daha ön planda olduğu yeni bir süreci başlatacaktı.
Hapishanelerde KCK operasyonundan alınan isimler açlık grevine başladı. Yaygınlaşan açlık grevlerinin Abdullah Öcalan’ın İmralı’dan yaptığı çağrı ile bitirilmesi üzerine görüşmeler yeniden başladı. 2012 Aralık ayında Tayip Erdoğan bir TV kanalında “Belki de Öcalan’la birileri İmralı’da görüşüyordur” dedi. 2013’ün ocak ayında da yeniden müzakereler başladı.
***
SURİYE’YE ENTEGRE ÇÖZÜM
Açılım sürecinin başladığı tarih AKP iktidarının içerde ve dışarıda çoklu krizlere gebe olduğu bir konjonktürde gerçekleşmişti. Özellikle Suriye savaşının derinleştiği ve Kuzeyde Esad güçlerinin çekilmesi sonrası Kürt güçlerinin bölgeyi alarak Rojava’da bağımsızlıklarını ilan ettikleri bir konjonktürde ortaya çıktı. Bu yeni gelişmenin ise hem içerde hem de dışarıda sonuçları olacaktı.
Oslo sürecini takip eden dönemde, 2011’de Suriye’de ABD’nin tetiklediği bir iç savaş başlamıştı. Türkiye’nin Esad hükümetine karşı savaşmak üzere cihatçı örgütleri eğiterek, lojistik-silah desteği sağlayarak dahil olduğu savaş, Arap Baharının ertesinde gelişmişti. İktidarın Mısır, Tunus, Libya ve Suriye’de Müslüman Kardeşler vb İslamcı yapıların iktidara geleceği ve Türkiye’nin de Yeni-Osmanlıcı bir çizgide bu dalgaya yön vereceği umulan sürecin en önemli kırılma noktalarından biri Suriye olmuştu. Dolayısıyla Suriye’de kışkırtılan iç savaşın ilk somut gelişmesinin Rojava’da bir Kürt devleti kuruluşu olması, Çözüm Sürecini de AKP açısından daha kritik bir hale getirdi.
Öcalan’ın 2013 Newroz’unda okunan mektubunda Ortadoğu’da Kürtlerin ve Türklerin bir araya gelerek önemli roller oynayabileceği ifade ediliyordu. İslam Kürtleri ve Türkleri birleştiren esas unsur olarak açıklanıyordu. Aslında arzu edilen, Türkiye’nin ABD’nin verdiği parasal destekle Suriye’de eğit-donat programıyla desteklediği cihatçı ÖSO güçleri ile Suriye Kürtlerinin oluşturduğu YPG’nin Esad’a karşı birlikte savaşması ve Türkiye’nin bölgede bu iki güce hamilik yaparak iktidar alanını genişletmesiydi. Dolayısıyla Öcalan’ın Newroz mektubunda ifade ettiği yaklaşım aynı zamanda AKP’nin Yeni-Osmanlıcık vizyonuyla da uyumluydu. İçeride ise demokratikleşmeye dair birtakım adımlar taahhüt edildi, birkaçı gerçekleştirilse de ömrü kısa sürdü. Öcalan da yine aynı mektubunda PKK’nin silah bırakacağını taahhüt etmişti. Ancak Suriye sahasındaki gelişmelerin beklenen yönde ilerlememesi, bu yalancı baharın kısa sürmesine sebep oldu.
***
‘MUHATAPLAR’ DEVLETİ ELE GEÇİRİRKEN
Müzakerelerin başladığı süreç aynı zamanda içeride de AKP-cemaat ittifakının iktidar mücadelesinin derinleştiği kristalleştiği bir döneme de denk geldi. 2010 referandumu AKP-Cemaat iktidarının yargıyı tamamen ele geçirerek devlete hâkim olmasının dönüm noktasıydı. Aynı zamanda bu tarih AKP-Cemaat ittifakının çatlayacağı dönemin başlangıcı oldu. İktidarın ele geçirilmesiyle birlikte özellikle emniyet, Mit ve yargı gibi devletin çekirdeğini oluşturan aygıtlarda iktidar kavgası da başladı. 2010 yılında önce Oslo görüşmeleri sızdırıldı. Ardından 2012‘de Fethullahçı yargı ve emniyet mensupları MİT başkanı Hakan Fidan’ı Oslo görüşmelerini gerekçe göstererek ifadeye çağırdı. Fidan üzerinden hedef alınan Erdoğan karşılık olarak Fethullahçıların en önemli örgütlenme alanlarından biri olan dershanelerin kapatılacağını açıkladı. Bu gerilim 17-25 Aralık 2013’te yine Fethullahçı emniyet ve yargı mensuplarının, AKP’li bakanların çocuklarını tutukladığı, Bilal Erdoğan başta birçok AKP’linin telefon konuşmalarını basına sızdırdığı yolsuzluk operasyonuna uzandı. Yine bu süreçte Fethullahçı bir savcının talebiyle Suriyeli cihatçılara gittiği iddia edilen silahların taşındığı MİT tırları durduruldu. Aslında bu hamle ile birlikte cemaat AKP’nin cihatçı güçleri desteklediğini hem içeriye hem de dışarıya ilan etmiş oluyordu. Böylece içerideki güç savaşının, dışarıdaki yansıması da ortaya çıkıyordu.
AKP-Cemaat ittifakı ABD’nin BOP çerçevesinde ılımlı İslamcılık ekseninde bölgeye model oluşturacak bir köprü olarak düşünüldü. Özellikle Arap Baharı sonrası Mısır ve Tunus’ta ilk aşama Müslüman Kardeşlerin iktidarı ile sona ermişti. ABD’nin bölgeyi ılımlı İslamcı güçlere dayanarak düzenleme isteği bu bağlamda AKP’nin de bu ılımlı İslam kuşağının bir parçası olması bölgede ABD ile uyumlu inisiyatif alanının genişlemesine neden olmuştu. Ancak 2013’te bölgede farklılaşmalar ortaya çıktı. Müslüman Kardeşler iktidarlarının radikalleşmesi özellikle arkasındaki güçlerin çekilmesini arkasından getirdi. Buna paralel Mısır’da Sisi darbesi ile Mursi yıkılırken, Tunus’ta ilerici halk kesimlerinin tepkisi ve müdahalesi ile Müslüman Kardeşler iktidarları yıkıldı. Ardından Suriye’de Esad’ın hızla yıkılacağına dair beklentilerle desteklenen cihatçı güçlerin başarısızlığı ve IŞİD’in başka bir güç olarak ortaya çıkması AKP ve ABD’nin bölgeye dair politikalarında farklılıkların ve çelişkilerin ortaya çıkmasına neden oldu. Bu bağlamda AKP’nin içerideki kriziyle birlikte dışarıdaki krizi de iç içe geçmiş oldu. İktidardaki AKP, devleti birlikte ele geçirdikleri Fethullahçılarla birlikte şimdi bir paylaşım savaşına girişmişti.
Ancak 2013’te AKP’nin hegemonyasında en fazla kırılmalara neden olan olay haziran ayında patlak veren Gezi Direnişi oldu. AKP’nin iktidarının ekonomiden sosyal yaşama geniş toplumsal kesimleri yoksulluğa mahkûm ettiği, ne giyileceğinden ne yenilip içileceğini belirlemeye çalıştığı baskıcı politikalarından bıkan geniş kesimler büyük bir isyan dalgasıyla günlerce sokakları zaptetti. AKP’nin eskisi gibi yönetme imkânlarını ortadan kaldıran bu isyan iktidarın hegemonyasını ciddi anlamda sınırlandırdı. AKP içerde ve dışarda yaşadığı sıkışmayı iktidarı tekelleştirme, devletin zor aygıtlarıyla baskıyı artırma ve yürütmeyi Saray eksenine çekme doğrultusundaki adımlarla krizini yönetmeye çalıştı. Gezi sonrası sürmeye devam eden sokak eylemlerine karşı AKP, polisin yetkilerini genişleten İç Güvenlik yasasını çıkardı.
İşte bu çoklu kriz dinamiklerinin iç içe geçtiği bir konjonktürde giderek baskı araçlarına dayanan, medyayı tekelleştirme ve sansür yoluna giden AKP, diğer yandan da çözüm sürecini sürdürmeye devam etti. AKP’nin giderek ayyuka çıkan otoriterleşmesi ise çözümün muhatabı tarafından dönem dönem farklı reaksiyonlarla karşılaştı. Metin Lokumcu’da “Ergenekon”, Gezi’de “Darbe” gören kesimler, bu süreci AKP ile yürütmeye devam etmekte ısrarcı oldu.
Ancak AKP’nin toplumun önemli bir bölümünü baskı altına almaya çalışırken yürütmeye çalışılan çözüm süreci tam da bu sebeple toplumsal bir karşılık bulamadı. Çözüm süreci geniş toplumsal kesimlerin barış talebiyle buluşarak gerçek bir demokratik çözüme evrilemedi. Sadece heyet görüşmeleriyle AKP politikalarına endeksli bir yol izlemesi nedeniyle sonraki gelişmelerin gösterdiği gibi baştan itibaren iktidar nezdinde samimi bir çözüm iradesine sahip olmadı. AKP kendi iktidarını pekiştirmek için ihtiyacı olduğu zaman Kürt halkının kısmi desteğini temin etme faydacılığından öteye gitmedi.
“KOBANE DÜŞTÜ DÜŞECEK”
2014 yılında yaz aylarında Ortadoğu’da IŞİD ortaya çıktı. Eylül ayında PYD’nin kontrolündeki Kobane’yi kuşattı. Tayip Erdoğan, değişen Suriye denkleminde Türkiye sınırında Rojava’da ortaya çıkan Kürt inisiyatifini kendisine IŞİD’dan daha tehlikeli olarak gördü. Bu bağlamda o günlerde toplumsal hafızaya kazınan “Kobane düştü düşecek” sözlerini sarf etti. Kobani’nin IŞİD tarafından kuşatıldığı ve bir insani koridor açılması için Türkiye’nin inisiyatif alması gerektiği bir noktada 6-7 Ekim’de Kobane’ye sahip çıkmak için Kürt illerinde halk sokaklara çıktı. Birçok yerde çatışmalar meydana gelirken, Türkiye Hizbullah’ı da kimi bölgelerde halka saldırdı. 8 Ekimde Abdullah Öcalan’ın mektubu ile çatışmalar sona erdi.
Kobane’de YPG’nin IŞİD’e karşı direnmesi sonrası ABD ve Batı da YPG’ye destek vermeye başladı. Bu durum Türkiye ile Batı arasında bir kırılmayı da arkasından getrdi. Dışarıda Kürt inisiyatifini kırmaya yönelik hamleler çerçevesinde cihatçı gruplara kısmi desteği ve içeride yaşanan 6-7 Ekim olayları Çözüm Sürecinin de sonunu getiren gelişmeler oldu. 2015’te imzalanan Dolmabahçe mutabakatının hemen ardından bozulması ile birlikte çözüm süreci tamamen bitmiş oldu. Özellikle 7 Haziran seçimlerinde HDP’nin %13 oy alması ve AKP’nin tek başına iktidarı alacak çoğunluğu yakalayamaması iktidar açısından sürecin kendine yaramadığına dair bir sonuç çıkarmasına neden oldu. Bu bağlamda 1 Kasım’a giden süreçte AKP-MHP birlikte İslamcı-Milliyetçi bir cephe siyasetini oluşturacak bir biçimde savaş sürecini geliştirdi.
***
DOLMABAHÇE MUTABAKATI ÇÖZÜM SÜRECİNİN SONU
2015 yılında Kobane sonrası çözüm süreci doruk noktasına ulaşmış gibi göründü. Ancak sonraki gelişmeler aslında sona gelindiğini de gösterdi. 28 Şubatta Dolmabahçe Mutabakatı imzalandı. Dolmabahçe başbakanlık ofisinde HDP yöneticileriyle hükümet yetkilileri bir araya geldi. Görüşmeye dönemin Başbakan yardımcısı Yalçın Akdoğan, İçişleri Bakanı Efkan Ala, AKP grup başkan vekili Mahir Ünal, kamu güvenliği müsteşarı Muhammet Dervişoğlu ve İmralı Heyetinden Sırrı Süreyya Önder, Pervin Buldan ve İdris Baluken katıldı. Öcalan tarafından yazılan özellikle PKK’nin silah bırakma temelinde kongresini toplamasına çağrı yapan, buna mukabil sonunun nasıl çözüleceğine dair anayasaya değişiklikleri, izleme heyetlerine dair birtakım kanunları içeren 10 maddelik deklarasyon taraflar tarafından imzalandı. 21 Martta 2015 Newroz’un da Öcalan’ın son mektubu okundu. Öcalan PKK’ya silahları bırakması için bir kongre çağrısı yaptı, hakikat ve yüzleşme komisyonunun kurulması gerektiğini söyledi ve en son olarak da Eşme ruhundan bahsetti. Eşme; Süleyman Şah türbesinin IŞİD tehlikesine karşı PYD’nin yardımıyla taşındığı yerin adı. Bu bağlamda 2013 Newroz’un da Kürtlerin ve Türklerin bölgede İslam temelinde birlikteliğinin stratejik önemine yapılan vurgu yenilenmiş oldu.
Erdoğan 22 Martta 10 maddelik Dolmabahçe mutabakatını “burada demokrasi adına bir şey yok bu metnin neresini kabul edeyim” diyerek mutabakatı kabul etmediğini ilan etti. Dolmabahçe toplantısını doğru bulmuyorum diyen Erdoğan ek olarak şunları söyledi; Hükümetin başbakan yardımcısıyla şu an parlamento içinde olan bir grubun yan yana o resmi vermesini ben şahsen doğru bulmuyorum. Daha önceleri gerektiğinde bir arkadaşımız onlarla görüşme yapar ve açıklama yapılırdı. Ama o toplantıda olduğu gibi medyanın karşısına çıkmak suretiyle iki ayrı metin deklare edilmiyordu. Böyle bir şey hiç yaşanmamıştır.” Erdoğan’ın masayı dağıtması Kürt sorununu biz çözdük üzerinden bir seçim taktiği olarak yürüttüğü süreci bir manevra ile toplumsal kutuplaşma üzerinden yürütmeye karar verdiğini de gösteriyordu. 7 Haziran seçimlerinde çoğunluğu kaybetmesi üzerine ülke şiddet sarmalı üzerinden karanlık bir döneme de girdi. 20 Temmuzda Suruç’ta çocuklara oyuncak götüren sosyalist gençler katledildi. 22 Temmuz’da Türkiye IŞİD karşıtı koalisyona girdi. 22 Temmuz gecesi IŞİD mevzileri bombalanıyor diyerek Kandil bombalandı. Çözüm süreci 22 Temmuz itibariyle devlet tarafından sonlandırılmış oldu. Sonraki süreçte çatışmalar karşılıklı olarak derinleşerek devam etti. 10 Ekim Katliamı ve patlayan bombalar üzerinden ülke milliyetçi bir kutuplaşma, güvenlik ve istikrar temaları çerçevesinde seçime götürüldü ve 1 Kasım seçimlerinde AKP yeniden çoğunluğu kazanarak seçimleri kazanmayı başardı.
***
HENDEK-ŞEHİR SAVAŞLARI TÜRKİYE’NİN SURİYELEŞMESİ
Yaz aylarında Kürt hareketi tarafından “Özyönetim” ilanları gerçekleşti. Hendeklerin kazılması üzerine süreç kent savaşlarına doğru evrildi. Devletin buna yanıtı çok sert oldu. Şehirler bombalandı, insanlar evinden yurdundan edildi ve 35 yıllık savaşın en vahşi saldırıları gerçekleştirildi. Kürt hareketi de bu vahşi saldırılara karşı yanıtı şehirlerde sivilleri hedef alan bir dizi bombalı eylemle sürdürdü. Suriye’nin iç siyaseti tümüyle Türkiye’nin içine taşınmış oldu. PKK’nın şiddet eylemlerini yükseltmesi HDP’nin tümüyle devre dışı kalmasını da arkasından getirdi. Bu eğilim dar milliyetçi etnik yaklaşımın yeniden hâkim hale gelmesine neden oldu. Savaşın yarattığı yıkım, bombalar fiilî bir kopuş ve ayrışmayı derinleştiren etkiler yarattı.
2015’den başlayan ve 2017’ye dek uzanan hendek savaşının en temel sonuçlarından birisi milliyetçilik ekseninde bir saflaşmanın belirgin hale gelmesi oldu. AKP savaşı İslamcı-Milliyetçi cephe siyasetiyle kendini konsolide edecek bir araca dönüştürdü. PKK’nin savaş stratejisi varolan bu durumu yeniden aktifleştirerek destekledi. AKP’ye karşı olan ilerici halk kesimlerinin savaşın etkisi ve bombaların yarattığı karamsarlık ortamı içinde milliyetçi etkilenmelere daha açık hale gelmesine neden oldu. Ülkeyi Suriyeleştirecek, savaş eksenini aşacak bir siyasetin geliştirilemediği bu savaş konjonktürü ise AKP’nin derinleşen krizini aşarak kendisini konsolide etmesine ve ülkeyi tek adam rejimine doğru sürüklemesine yardımcı oldu.
***
DEMOKRATİK ÇÖZÜM MÜ, SÜNNİ İSLAM BİRLİĞİ Mİ?
Erdoğan’ın, mevcut tek adam rejimini kurumsallaştırıp sürdürmek ve gelecekte de ailesi ve çevresi için elverişli hanedanlık koşulları sağlamak için yaptığı hamleler, daha önce de Öcalan ile yapılan görüşmelerin ana eksenini oluşturmuştu. 2013-2014 döneminde Öcalan tarafından dile getirilen düşünce ve açılımlar, din kardeşliği ekseninde Türk ve Kürt halklarının birliğinin Ortadoğu’da ortak bir güce dönüşeceği tezinden kaynaklanıyordu. Özellikle dönemin yandaş basınında “Erdoğan’a başkanlık, Kürtlere eyalet” gibi formüle edilen bu sürecin toplumdaki rıza ayağı ise ortak din, din kardeşliği, söylemleriyle hazırlandı. Sonrasında yaşanan krizlerle beraber “Seni başkan yaptırmayacağız”a evrilen süreç, bir noktaya kadar aynı kodlarla devam ettirildi.
2013 Newroz kutlamalarında Öcalan, “Türk halkı bilmeli ki, Kürtlerle bin yıla yakın İslam bayrağı altındaki ortak yaşamları kardeşlik ve dayanışma hukukuna dayanmaktadır,” diyerek fitili ateşlemiş, heyete ısrarla bir İslam konferansı yapılmasını önermişti. 10 Mayıs 2014’te Öcalan’ın önerisiyle aylardır hazırlıkları yapılan “Demokratik İslam Kongresi” Diyarbakır’da Kuran okunarak başladı. Hz. Muhammed’in Mekke'deki İslam muhaliflerine karşı Medine'de birliği sağlamak için hazırladığı Medine Sözleşmesi’ne, “İslam’da çokkültürlülük çokkimliklilik” adına sıkça vurgu yapıldı. Aynı sözleşmeyi bir dönem Gülencilerin de “sivilleşme” adına ısrarla ideolojik bir argüman olarak sunduğu hatırlanır. Öcalan o dönem konferansa gönderdiği mektupta PKK’nin temsil ettiği Kürt hareketini “ateist, komünist, materyalist gibi” tanımladıklarını ama bu tanımların “batılı kavramlar” olduğunu söyledi. Abdullah Öcalan mesajında, “çağdaş İslami ümmetin millet birliğini” anlamlı bulduğunun altını çizdi.
Öcalan’ın yıllardır dile getirdiği söylemlerle Saray rejiminin kendi ajandası bir anlamda örtüşüyor, seslendiği kesim için ikna edici bir argüman gibi gözüküyor. Bugün Saray rejimi, içeride dinci/mezhepçi tek adam iktidarını kurumsallaştırmak için anayasal hamleler yaparken, Suriye’deki gelişmelerden de güç alan benzer bir İslami söylemi kullanacak, yeni süreci de bu saiklerle topluma sunmaya çalışacaktır.