Google Play Store
App Store

Bu hafta hem ekonomik yıkımın bazı duraklarını anımsatıyor, hem de Erdoğan-Trump ilişkisini ve siyasal İslamcılığın cuntalar eliyle nasıl yükseltildiğini gözler önüne seriyoruz. Türkiye’nin gerçekten demokratik, eşitlikçi ve özgür bir ülke olarak yeniden inşa edilmesi ise, bu faşist rejimle açık bir hesaplaşma ve köklü bir kopuşla mümkün olacaktır.

Hatırlatmalar | Amerika ve cuntalarla el ele yükselen siyasal İslam

Politika Kolektifi 

Bu hafta, siyasal İslamcılığın Amerika ve cuntalarla el ele yükselişini ve bunun ülkemizde yarattığı yıkıcı sonuçları yeniden hatırlatıyoruz.

İçeride halk desteğini hızla kaybeden Erdoğan ve AKP, şimdi gözünü yeniden Trump’a dikmiş durumda. İktidarlarını sürdürmek için Amerika’nın desteğini kazanma arayışındalar. Oysa yirmi yılı aşkın süredir sürdürülen bu işbirliği politikası, Türkiye’yi derin bir siyasal, toplumsal ve ekonomik yıkıma sürükledi.

Bu hafta hem bu yıkımın bazı duraklarını anımsatıyor, hem de Erdoğan-Trump ilişkisini ve siyasal İslamcılığın cuntalar eliyle nasıl yükseltildiğini gözler önüne seriyoruz.

Bugün halkın büyük bir kararlılıkla son vermeye çalıştığı karanlık, işte bu Amerikancı ve cuntacı siyasal İslamcılığın yarattığı karanlıktır. Bu düzen, yalnızca bir iktidar sorunu değil; aynı zamanda emperyalizme bağlılık, halk iradesine düşmanlık ve tarihsel gericilik sorunudur.

Türkiye’nin gerçekten demokratik, eşitlikçi ve özgür bir ülke olarak yeniden inşa edilmesi ise, bu faşist rejimle açık bir hesaplaşma ve köklü bir kopuşla mümkün olacaktır.

***

ORTAÇAĞ KARANLIĞINA AÇILAN KAPI: BOP SAHNESİNDE AKP VE CİHATÇILIK

Türkiye, AKP ile Amerika’nın kurduğu BOP sahnesini sürüldü. Türkiye’nin ilerici birikimleri hedef alınarak siyasal İslamcı bir rejime dönüşümü bir ABD projesi olarak gerçekleşti. AKP’nin Amerika güdümlü cihatçı dış politikası Türkiye’yi bir göçmen deposu haline getirirken, aynı zamanda bir ucu HTŞ’ye uzanan cihatçı kuşağının da merkezine yerleştirdi. Türkiye Ortadoğu’da Amerikan çıkarları için harekete geçirilmiş bir şeriatçı gericiliğin yarattığı Ortaçağ karanlığının içine sürüklendi.

SİYASAL İSLAMCILIĞIN ARKA PLANI ABD’DİR

Türkiye’de siyasal İslamcı bir rejimin kurulması, doğrudan Amerikan emperyalizminin Ortadoğu politikalarıyla şekillendi.

Refah Partisi’nin parçalanması, siyasal İslamcılığın yeniden düzenlenmesinde bir adım olurken, 28 Şubat süreci de -AKP’nin mağduriyet iddialarının aksine- İslamcı hareketin Amerikan çıkarlarına uygun biçimde yeniden yapılandırılmasında önemli bir rol oynadı.

AKP’nin kuruluşunda yer alan birçok ismin de sonradan açıkça ifade ettiği gibi bu süreç, CIA ve ABD Büyükelçiliği ile yakın temaslar içinde yürütüldü.

Erdoğan henüz başbakan olmadan Washington’da Bush tarafından ağırlandı. Beyaz Saray’da dönemin ABD Başkanı G.Bush’la görüşen Erdoğan ABD’nin Ortadoğu planlarına bağlılığını ortaya koydu. Sonrasında Başbakanlık koltuğuna oturacak olan Erdoğan, aynı zamanda ABD tarafından BOP Eş Başkanı görevine atandı.

BOP ekseninde Ortadoğu’da ılımlı İslamcı bir iktidar kuşağı oluşturulması hedefine uygun olarak Türkiye’de bir dönüşüm zorlandı. Cumhuriyet’in laik birikimleri hedefe alındı; devlet içinde, ABD’nin yeni Ortadoğu politikalarıyla uyum göstermeyen — ordu dâhil — tüm kurumlar operasyonlarla Amerikan çizgisine uygun hale getirildi.

AKP ve o dönemdeki ortağı Fethullah Gülen cemaati, ABD desteğiyle devleti adım adım ele geçirdi. Yargıdan emniyete, eğitimden medyaya kadar her alanda cemaatler güçlendirildi.

Bu süreçte Türkiye, ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarlarının en sadık taşıyıcısı haline geldi. 2010 yılında Tunus’ta halk isyanıyla başlayarak bölgeye yayılan Arap Baharı’nın yarattığı sarsıntılar ABD tarafından bir müdahale fırsatına çevrildi.

AKP, bu dönemde ABD güdümle cihatçı politikalarla bölgede güç oluşturmaya yönelik bir politika izledi. CIA destekli cihatçı güçlerle ittifak içinde Suriye’de rejim değişikliği için aktif rol aldı. Bu politika zaman zaman ABD ile çelişkili adımlar atsa da özünde Amerikan çizgisinden sapmadı.

Sonunda Suriye, İsrail’in Gazze’den başlayan bölge kuşatmasının bir uzantısı olarak yıkıldı.

Cihatçı HTŞ liderliğine teslim edilen Suriye, Alevi katliamlarına uzanan Ortaçağ karanlığına gömüldü.

Bütün bu Amerikancı cihatçı politikaların Türkiye açısından da çok önemli sonuçları oldu.

***

ABD İLE EĞİT-DONAT ANLAŞMASI: TÜRKİYE, CİHATÇI KUŞAĞIN MERKEZİ OLDU

Türkiye, özellikle Suriye iç savaşının ilk aşamasından itibaren bu güçler için askerî ve siyasi merkez ve geçiş üssü haline geldi. Bu kapsamda ABD ile bir Eğit-Donat anlaşması da imzalandı. 2015’te yapılan anlaşma, 5 bin Suriyeli cihatçının eğitilmesini amaçladı. Eğitim merkezlerinden birisi de Kırşehir olarak belirlendi.

Bu anlaşma buzdağının görünün yüzü. Öte yandan Türkiye’nin özellikle sınır bölgelerinde askerî kamplar oluşturuldu. SADAT’ın da bulardaki görevlerine ilişkin pek çok tartışma kamuoyuna da yansıdır.

Bu unsurların bir bölümü sonrasında Türkiye’nin kontrol alanında kalan İdlib gibi bölgelerde konuşlandı, kimisi Libya’da konumlandırıldı.

Özgür Suriye Ordusu çatısı altında toplanan grupların pek çoğu, Suriye içi örgütlenmeler olmaktan çok Türkiye merkezli, Türkiye’de uzantıları bulunan bir cihatçı kuşağın parçası olarak örgütleniyor.

***

AKP’NİN ÇİFTE GÖÇ STRATEJİSİ: ÜMMETÇİLİK VE SÖMÜRÜ

AKP en başından itibaren planlı bir göç politikası izledi.

Göçmenler bir yandan, Suriye iç savaşında özellikle cihatçı nüfuz alanlarının oluşturulmasında bir araç olarak kullanıldı.

Öte yandan bu kitlesel göç, zamanla Türkiye’de yerleşik bir nüfusa dönüştü.

Bu durum, AKP’nin içeride siyasal İslamcı rejimin tabanını güçlendirmeye yönelik, demografik dönüşüme uzanan ümmetçi politikasının da parçası oldu.

Aynı zamanda göçmenler, sermayenin ucuz iş gücü ihtiyacını karşılamak ve Türkiye’yi düşük maliyetli bir emek pazarına dönüştürmek amacıyla da kullanıldı.

Böylece göç, sadece dış politikanın değil, sınıfsal sömürü düzeninin de stratejik bir aracı haline getirildi.

***

AMERİKA İÇİN AFGAN GEÇİŞ ÜSSÜ

Amerika’nın Afganistan on yılı aşkın süren işgalini sonlandırarak, Taliban’a iktidar devri, büyük bir kaos oluşturdu. Taliban’ın gelmesi bir göç dalgasını tetiklerken, Türkiye bunun da merkezlerinden birisi haline geldi. Bu konuda özellikle de ABD’nin Türkiye’nin de içinde olduğu kimi ülkelerle bir geçiş üssü işlevi görmesi konusundaki önerileri de gündeme geldi. Türkiye sınırları uzun bir süre İran üzerinden gelen Afgan göçünü açık bırakıldı. Türkiye bir yandan ABD ile ilişki içinde bu göçe kapısını aralarken bir yandan da Taliban iktidarının şeriatçı barbarlığı ile siyasi ilişkiler kurmaktan geri durmadı.

***

TÜRKİYE, AVRUPA’NIN GÖÇMEN DEPOSU OLDU

Suriye savaşının en önemli sonuçlarından biri, milyonlarca insanın göç etmek zorunda kalması oldu.

İç savaşı kışkırtan emperyalist merkezler, bu göçmen akınından kendilerini korumak için Türkiye’yi bir tampon ülke haline getirdiler.

Bu konuda en önemli adım, Avrupa Birliği ile Türkiye arasında imzalanan “Geri Kabul Anlaşması” oldu.

2013’te imzalanan bu anlaşma, Avrupa’ya Türkiye üzerinden yasadışı yollarla geçen göçmenlerin Türkiye’ye iadesini öngörüyordu.

Bu anlaşma karşılığında AB’nin Türkiye’ye 6 milyar avro ödeme yapması kararlaştırıldı.

2021’de buna 3 milyar avro daha eklendi ve toplamda 9 milyar avro taahhüt edildi.

Bu ödemeler doğrudan Türkiye bütçesine girmeden, uyum ve altyapı projeleri kapsamında iktidarın belirlediği biçimlerde harcanıyor.

Sonuç olarak Türkiye, bu politikaların sonucunda 10 milyonu bulan göçmen nüfusunun yarattığı krizin yükünü taşıyor.

Bu da Avrupa’nın güvenliği uğruna, iktidarın elinde bir koz olarak tutulan insanlık dışı bir düzen anlamına geliyor.

***

BİNALİ YILDIRIM: “BİZ OLMASAK MÜLTECİLER AVRUPA’YI İSTİLA EDECEK”

Türkiye’nin nasıl bir rol üstlendiğini Binali Yıldırım’ın şu sözlerinden açıkça görmek mümkün: “Bölgede Avrupa’nın güvenliğini sağlayan bir ülkeyiz. Düşünün Türkiye olmasa, Ortadoğu’da, kargaşanın ve savaşın yaşandığı bölgelerde akın akın mülteciler Avrupa’yı istila edecek ve çok büyük bir sorunla yaşamak zorunda kalacaklar. Türkiye burada bütün sorunları kendi içerisinde sömüren, yönetebilen bir ülkedir. Avrupa’nın bunu görmesi gerekir.” (24 Kasım 2016, TRT)

***

RECEP TAYYİP ERDOĞAN: “PARAYI VERMEZSENİZ KAPIYI AÇARIZ”

Erdoğan, göçmenleri Avrupa’ya karşı bir koz olarak kullandığını açıkça ifade etti.

Eylül 2019’da yaptığı konuşmada, Türkiye’nin Suriye’ye yönelik askerî müdahalesine itiraz eden Avrupa’ya şöyle seslendi: “Ey Avrupa Birliği, kendinize gelin. Bizim şu andaki operasyonu işgal olarak nitelendirmeye çalışırsanız, işimiz kolay: kapıları açarız, 3,6 milyon mülteciyi sizlere göndeririz.”

Aynı dönemde Erdoğan, güvenli bölge planına destek isterken de şöyle diyordu: “Güzel teklifse başlayalım bu işe, ama yok. Biz kovalamaya devam edeceğiz. Bu yolculuk bizi farklı yerlere götürebilir. Farklı yer nedir? Oldu oldu, olmadı kapıları açmak zorunda kalırız.”

Bir başka tehdit konusu da AB ile para pazarlıkları çerçevesinde gündeme geldi. Erdoğan, AB'nin verdiği sözleri tutmadığını ifade ederek, “3 milyar avro göndereceklerdi, hâlâ gelmedi” serzenişleriyle paranın gelmemesi halinde kapıların açılabileceğini defalarca dile getirdi.

***

TRUMP’IN ERDOĞAN SEVGİSİ: APTAL OLMA! SERT OLMA! TESLİM OL!

ABD’nin Ortadoğu’daki yeni stratejileri ve bölgeye biçtiği roller yeniden şekillenirken, Türkiye’de bunun içinde yeniden konumlandırılıyor.

AKP ve MHP Ortadoğu’daki ABD-İsrail planını iktidarlarını sürdürmek için bir fırsat kapısı olarak görüyor.

Siyasal İslamcı rejim, içeride meşruiyetini ve halk desteğini kaybettikçe dışa daha fazla bağımlı hale geliyor. Bu da Erdoğan ve AKP’nin, emperyalist merkezlerin—özellikle de Donald Trump gibi otoriter liderlerin—desteğini kazanmaya çalışmasını kaçınılmaz hale getiriyor. Trump içinse Türkiye, ABD’nin bölgedeki planlarının en “kullanışlı” aktörlerinden biri.

Bu çerçevede Trump, Türkiye’nin Suriye’deki pozisyonunu överken, Erdoğan’a yönelik sıcak ve kişisel açıklamalarda bulunmayı da ihmal etmiyor. Son olarak Netanyahu’nun ABD ziyareti sırasında yaptığı açıklamada, Erdoğan’dan “Onu seviyorum, o da beni seviyor. Bu medyayı çıldırtıyor” diyerek söz etmesi,

Trump’ın bu tuhaf, zaman zaman küstah ve patavatsız tarzı aslında yeni bir faşist tek adamlar etrafındaki siyasetin bir ifadesidir. Hatırlayalım: Trump, Suriye operasyonu sırasında Erdoğan’a yazdığı mektupta "Aptal olma!" diyebilecek kadar pervasızdı. Ancak şimdi aynı Trump, Erdoğan’ı övüyor; çünkü Türkiye yine ABD’nin planları için sahada aktif rol üstlenmeye hazır.

AKP ise içine düştüğü açmazda bu ilişkiyi son çıkış kapısı gibi görüyor. Trump’ın sevgisine, hatta tehditle karışık övgülerine sığınarak hayatta kalmaya çalışıyor. Bu ise başka bir anlamda, emperyalizme tam teslimiyet anlamına geliyor. Ekonomik kriz, toplumsal çözülme ve siyasal yalnızlaşmanın ortasında AKP, kendi bağımsız rotasını değil, ABD merkezli yönlendirmelere tutunmayı seçiyor.

Bugün yandaş medyada Trump’ın Erdoğan’a ettiği “güzel sözler” üzerinden koparılan fırtına, gerçekte bu teslimiyeti gizleme çabasından ibaret. Ama ne kadar saklanırsa saklansın, Trump’ın ilk başkanlık döneminde yaşananlar hâlâ hafızalarda. Rahip Brunson krizi, “Aptal olma” mektubu, S-400 yaptırımları… Hepsi, bu ilişkinin pamuk ipliğine bağlı olduğunu gösteriyor.

Sonuç olarak, Erdoğan’ın Trump’a duyduğu bu siyasal “aşk”, halkın gözünde bir onur vesilesi değil, dışa bağımlılığın ve siyasi tükenmişliğin bir itirafı olarak okunacaktır. Trump’ın sevgi sözleri bir gül değil, diken taşıyor. Ve bu diken, önce Erdoğan’ın elini kanatacak.

***

TRUMP’IN MEKTUBU, BRUNSON KRİZİ VE  ERDOĞAN’IN TESLİMİYETİ

RAHİP BRUNSON KRİZİ

ABD’li Pastör Andrew Craig Brunson, 2018 yılında FETÖ üyeliği suçlamasıyla İzmir’de tutuklandı. Bu olay, ABD-Türkiye ilişkilerinde uzun süre ciddi bir gerilim konusu oldu.

Dönemin ABD Başkanı Donald Trump, Brunson’un serbest bırakılması için doğrudan ve sert açıklamalarda bulundu. Erdoğan ise bu çağrılara benzer tonda karşılık verdi. “Ver papazı, al papazı” çıkışı ve Fethullah Gülen’in iadesine dair “Bu fakir bu koltuktayken o teröristi alamazsın” sözleri hâlâ hafızalardaki yerini koruyor.

Ancak bu restleşmenin sonunda geri adım atan taraf Türkiye oldu. Trump, tehdit dozunu artırarak “ekonominizi mahvederim” dedi, ardından dönemin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve Adalet Bakanı Abdülhamit Gül ABD’nin yaptırım listesine alındı. Sonuç olarak, Rahip Brunson kısa süre içinde serbest bırakıldı ve ABD’ye döndü.

Bugün dahi Trump, İsrail ile Türkiye arasındaki olası krizleri çözebileceğini söylerken Brunson olayını bir başarı örneği olarak anmaktan geri durmuyor.

***

“APTAL OLMA!” MEKTUBU

Trump’ın başkanlık dönemindeki bir diğer büyük kriz, Türkiye’nin 2019 yılında Suriye’nin kuzeyine –Kürt güçlerinin bulunduğu bölgeye– yönelik başlattığı askerî harekâtla patlak verdi. Bu dönemde Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemini alması ve ABD’nin YPG/SDF ile olan ittifakı, ilişkilerde zaten ciddi gerilimler yaratmıştı.

Washington açısından Kürt bölgesine yönelik Türk askerî müdahalesi bir “kırmızı çizgi”ydi. Türkiye operasyon sinyali verince, Trump tarihe geçen sert bir mektup kaleme aldı: Erdoğan’a hitaben yazdığı bu yazıda “Sert adam olma. Aptal olma!” ifadelerini kullandı ve ekonomik yaptırımlarla tehdit etti.

Ancak bu aşağılayıcı mektuba karşı ne o gün ne de sonrasında Erdoğan ve AKP cephesinden ciddi bir yanıt geldi. Mektubun “çöpe atıldığı” iddia edilse de, Barış Pınarı Harekâtı kısa süre sonra durduruldu ve ABD’nin talepleri doğrultusunda yeni bir “güvenli bölge” mutabakatı imzalandı.

Brunson krizinde olduğu gibi, “aptal olma” mektubunda da görüldüğü üzere Erdoğan’ın Trump karşısındaki pozisyonu, bugün çok daha büyük bir teslimiyettir. Bu durum, Türkiye’nin dış politikada giderek bağımlı, yönlendirilebilir ve teslimiyetçi bir pozisyona sürüklendiğinin açık göstergesiydi.

***

O MEKTUP

"Sayın Başkan,

İyi bir anlaşma yapalım! Binlerce insanın katledilmesinden sorumlu olmak istemezsiniz, ben de Türk ekonomisinin yok edilmesinden sorumlu olmak istemem – ama yaparım.

Rahip Brunson meselesinde biraz sertlik gösterdim ve hallettik.

General Mazloum seninle görüşmek ve müzakerede bulunmak istiyor. Sana bu mektubun bir kopyasını gizlice gönderdi.

Tarihin seni bir şeytan olarak hatırlamasını istemezsin. Ama eğer güzel şeyler yaparsan, seni sonsuza dek anımsayabilirler.

Sert olma! Aptal olma!

Seni sonra arayacağım."

D. Trump

***

CUNTALAR, AMERİKA VE SİYASAL İSLAM: SİYASAL İSLAM CUNTANIN ÖBÜR YÜZÜDÜR

CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in, Ekrem İmamoğlu’na yönelik yargı operasyonunun ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı “cuntacı ve cunta başı” olarak tanımlaması, siyasette yeni bir tartışma başlattı. Erdoğan, bu suçlamalara yanıt vermek için grup konuşmasında adeta bir "cuntalar tarihi" anlatmak zorunda kaldı.

Ancak ne yazarsa yazsın, İmamoğlu'nu tasfiye etmeye dönük hamlesi, halkın direnişiyle geri püskürtüldü. AKP, bu ve benzeri her hamlede olduğu gibi, kurduğu her “savunma hattından” bir kez daha geri çekilmek zorunda kaldı.

Bunun en güncel örneklerinden biri gençlik alanında yaşandı. Geçtiğimiz haftalarda Erdoğan, "soyguncuları örnek gösterirseniz sonucu budur" diyerek Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını hedef aldı. Direnen gençliği karalamaya çalıştı. Ancak gelen tepkiler üzerine bu söylemden hızla geri adım atıldı. Bu kez, CHP’yi Deniz’lerin idamındaki rolü üzerinden suçlayarak, gençliğe seslenmeye çalıştı. Bu da aslında siyasi savrulmanın bir başka göstergesiydi.

ASKERÎ VESAYETTEN SİYASAL İSLAMCI VESAYETE

AKP’nin ilk yıllarındaki temel iddiası, “askerî vesayeti” sona erdirerek Türkiye’de demokrasiyi geliştirmekti. Bu iddia, Avrupa Birliği ile yürütülen müzakerelerle süslenmiş, liberal çevrelerin desteğiyle meşrulaştırılmıştı. Ancak 2010 referandumu, askerî vesayeti bitirmekten çok, iki siyasal İslamcı odağın -AKP ve FETÖ’nün- iktidar savaşı zeminine dönüştü.

Bu referandumdan sadece altı yıl sonra, 15 Temmuz 2016’da FETÖ’nün kanlı darbe girişimi yaşandı. Darbe bastırıldı ama ardından ilan edilen OHAL rejimi, tüm toplumsal muhalefeti hedef alan bir “sivil darbe” sürecine dönüştü. Bu süreçte, hileli ve baskıcı yöntemlerle "tek adam rejimi" inşa edildi.

DARBELER VE AMERİKAN MÜDAHALELERİ

Türkiye’deki darbelerin tamamı, doğrudan ya da dolaylı biçimde Amerikan emperyalizminin müdahaleleriyle şekillenmiştir. 12 Mart ve 12 Eylül askerî darbeleri, açıkça Amerikancı darbelerdi. Bu müdahaleler, yalnızca iktidar değişikliği değil, aynı zamanda Türkiye’nin toplumsal yapısını yeniden inşa etmeye yönelik adımlardı.

Soğuk Savaş’ın şartlarında Türkiye, Sovyetler Birliği’ni çevreleme politikasının bir parçası olarak NATO’ya dahil edildi. Ordunun yapısı bu eksende dönüştürüldü. Komünizmle mücadele adı altında kurulan kontrgerilla örgütlenmeleri, faşist milliyetçi hareketler ve siyasal İslamcı gruplar aynı stratejinin iç içe halkalarıydı.

Bu gruplar, gelişen sol ve toplumsal hareketlerin bastırılmasında kullanıldı. Katliamlar, suikastlar, provokasyonlar yetmediğinde, doğrudan askerî darbeler devreye sokuldu. Bu müdahalelerin temel hedefi, halkın uyanışını ve solun yükselişini engellemek, onun yerine Türk-İslam sentezi temelinde yeniden inşa edilen bir devlet düzeni kurmaktı.

12 Eylül darbesi, bu anlamda yalnızca bir bastırma değil, bir "kurucu müdahale" olarak işlev gördü. Devlet politikası haline getirilen siyasal İslamcılık, eğitimden yargıya, medyadan toplumsal zeminlere kadar her alanda sistematik biçimde geliştirildi.

Siyasal İslamcılık, Yeşil Kuşak Projesi’nden Büyük Ortadoğu Projesi’ne (BOP) kadar uzanan Amerikan stratejilerinin bir parçası olarak şekillendirildi. Bu ideolojik çizgi, yalnızca ABD'nin dış politikasına hizmet etmekle kalmadı; Türkiye’nin gerici dönüşümüne yol açtı.

Bugün Türkiye’yi yöneten siyasal İslamcı kadrolar, geçmişte "askerî vesayete karşı demokrasi" söylemiyle yola çıktı. Ancak geldikleri noktada, tam da o karşı olduklarını söyledikleri cuntaların yöntemleriyle hareket eder hale geldiler.

Bu nedenle açıkça söylemek gerekir: Siyasal İslamcılık, cuntaların öbür yüzüdür.

Her ikisi de halkın iradesini bastırmanın, toplumsal muhalefeti susturmanın ve emperyalizme hizmet etmenin farklı biçimleridir.