Google Play Store
App Store

Yaşar Kemal’in Sivas Katliamının karanlığının en koyu ânında “Türkiye’nin alnındaki bu kara lekeyi gene biz sileceğiz” sözlerindeki sorumlulukla, üstesinden gelme iradesine sahip çıkarak, Uğur Mumcuları sevgiyle anıyoruz…

Hatırlatmalar | Bir gün sesimiz, hepinizin kulaklarında yankılanacak

Politika Kolektifi 

On binlerce insanın arkasında yürüdüğü Uğur Mumcu cenazesi bir direnme iradesinin de ifadesiydi. Uğur Mumcu’nun öldürülmesi, 12 Eylül sonrasında büyütülen dinci gericiliğin giderek pervasızlaşan saldırılarının bir parçasıydı. Turan Dursun’dan Bahriye Üçok’a, Sivas’tan Gazi’ye uzanan katliamların ortak noktası cumhuriyetin laik ilerici birikimlerinin temsilcileri oldu. Aydın katliamlarının birbirini izlediği bu katliamlar sürecine paralel olarak, siyasal İslamcı örgütlenmeler de siyasal ve toplumsal alanda adım adım büyütüldü. Bu güçlerin katliamlardaki doğrudan ya da dolaylı oynadıkları rollerin üzeri kapatılırken, sonraki yıllar siyasal İslamcıların yükseliş yılları olarak yaşandı. AKP’nin iktidara gelmesi öncesindeki bu hareketlenme siyasal İslamcılığa sınırsız bir alan açarken, bu aynı zamanda ABD emperyalizminin Ortadoğu merkezli yeni politikalarıyla uyumlu (onun doğrudan destekleriyle) ilerledi.

Bugünden bakıldığında bu katliamların hedefleri ve muhatapları üzerinden yaşananlar halen karanlıkta bırakılmaya devam ediyor. Bir tuğla çekilirse o duvar çöker diyen M. Ağar’lar da Sivas Katliamının azmettiricisi ve yaratıcıları da bugünkü rejimin parçaları haline gelmiş durumda. Susurluklarda da kendini gösteren son dönemde itiraflarla tek adam rejimi altındaki çete-mafya yapılarının bir kısmının ortaya döküldüğü karanlık, devletin demokrasiden çok faşist bir yapıya sahip olduğu herkesin bildiği gerçekler olarak ortada duruyor. Siyasal İslamcı rejim de bu faşist yapının üzerinden yükseldi. Buna karşın AKP’nin iktidara gelmesi ve sonrasında da siyasal İslamcılık bir tür çevrenin demokratik hareketi olarak, bir tür aşağıdan halk hareketi olarak tanımlanmaya çalışıldı. Liberallerin büyük bir şevkle savundukları bu tezler bugün halen AKP ile muhalefet arasında kurulan türlü ilişkilerin gerekçesi haline getirilmeye, bu hareketin içindeki bu potansiyelin yeniden açığa çıkartılması türünden saçmalıklar eşliğinde savunulmaya devam ediyor. Hatırlanırsa AKP’nin Ergenekon operasyonlarıyla başlayarak 2010 Referandumunda yargıyı ele geçirmesiyle tamamlanacak olan etabın en önemli argümanlarından birisi de bunlar olmuştu. Bu (otoriter)merkez-(demokratik)çevre ikiliği üzerinden yapılan ayrım üzerinden, aslında Uğur Mumculara kadar uzanan bütün bir ilerici dinamiklerle birlikte sol hareketler de Ergenekon çuvalına konulmaya çalışılarak, AKP’ye destek aranmıştı.

Belki bunlar şimdi bir parça olsun geride kaldı. Siyasal İslamcılık üzerinden kurulan liberal demokrasi saçmalıklarına artık kimsenin inandığı yok. Aksine özgürlük ve demokrasinin tam da siyasal İslamcı faşizme karşı mücadeleye bağlı hale geldiği bir karşı muhalefet kutbu genişleyerek büyüdü. Uğur Mumcular da ölümlerinin üzerinden geçen onlarca yıl sonra, bugün de hâlâ sürüp giden bu demokrasi ve özgürlük mücadelesi içinde yaşamaya devam ediyorlar. Maraşlardan Sivaslara, Bedrettin Cömertlerden Uğur Mumculara katliam ve cinayetler üzerine kurulmuş ve onun muhataplarının şimdi iktidarı paylaştığı bir rejim altında olsak da ülkenin ilerici birikimleri her şeye rağmen büyüyerek ayakta durmaya devam ediyor. Yarınlarımızın en büyük güvencesi olan bu teslim alınamayan direniş çizgisini, Uğur Mumcu’nun ardından yürüyen on binlerin iradesiyle büyütmekten başka bir yol da yok. Bunun için en büyük sorumluluk bir kez daha başta devrimciler olmak üzere, ülkemizin yurtsever, ilerici, demokrat insanlarına düşüyor… Şimdi herkesi karamsarlığa ve çaresizliğe iten felaketlerin ve ölümlerin içinde, ülkenin yarınlarına dair tüm umut ışıklarının söndürülüp, gecelerin yıldızsız bir zifirî karanlığa döndürülmek istendiği zamanlarda Yaşar Kemal’in Sivas Katliamının karanlığının en koyu ânında “Türkiye’nin alnındaki bu kara lekeyi gene biz sileceğiz” sözlerindeki sorumlulukla, üstesinden gelme iradesine sahip çıkarak, Uğur Mumcuları sevgiyle anıyoruz…

***

KONTRGERİLLA İLE MÜCADELEYLE GEÇEN BİR ÖMÜR

24 Ocak 1993’te arabasına bomba konularak katledilen gazeteci Uğur Mumcu’nun hayatı, sağ iktidarların yolsuzlukları, kontrgerilla ve islamcı örgütlenmelerle gazete sayfalarından mücadele ederek geçti.

1942 Kırşehir doğumlu Mumcu, henüz Ankara Hukuk Fakültesindeki öğrencilik yıllarında Cumhuriyet gazetesinde yazmaya başladı. Ülkedeki tüm sorunların, yoksulluğun ve yolsuzluğun kökeninde Amerikan emperyalizminin varlığını teşhis edebiliyordu. 1962 yılında Cumhuriyet gazetesine yazdığı “Türk Sosyalizmi” başlıklı yazıyla Yunus Nadi ödülünü aldığında henüz 20 yaşındaydı.

“Son on yılın iktisadi tablosu karşısında ibretle düşünmeye mahkûm bir kuşağız. Gelecek nesilleri değil, gelecek seçimleri düşünen politikacılarımız bu tablonun ressamlarıdırlar. “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” parolası ile liberalizm, en acı örneğini Türkiye’de vermiştir. Amerikan kapitalizmini sosyalizme antitez misali olarak verenler; bünye farklarını tahlil edemeyenler, oluş şartlarını mukayese edemeyenlerdir. Ne kazandırmıştır on yıllık liberalizm memlekete?!.. Kalkınma hızı mı?.. Sosyal adalet mi?.. Çalışma gücü mü?.. İktisadi itibar mı?.. Milli gelirde artma mı?.. Yoksa Ortak Pazar toplantılarında bir geri kalmış ülke ismi mi?.. Son on yılın örneğinden ve sonuçlarından hoşnut olanlar, dünün köşe başı milyonerlerinden başkaları değildir” (“Türk Sosyalizmi”, Cumhuriyet, 1962).

SUSTUKLARIMIZDAN SORUMLUYUZ

27 Mayıs sonrasında gelişen özgürlük ortamında, birçok yaşıtı genç gibi Mumcu da sosyalizme ilgi duydu. 1965 yılında Doğan Avcıoğlu çevresinin çıkardığı Yön dergisinde yazmaya başladı. Yön dergisine yazdığı bir yazıdaki “İnsanlar sadece konuştuklarından değil sustuklarından da sorumludurlar” cümlesi, gazetecilik hayatını özetler nitelikteydi. Mumcu, ilerici tavrını ilerleyen yıllarda da korudu. 1970 yılında Türkiye İşçi Partisinin Ant dergisinde ve yine Doğan Avcıoğlu çevresinin çıkardığı Devrim dergisinde yazılarını sürdürdü. Ülkedeki tüm demokratlar gibi, 12 Mart’ın Balyoz Operasyonundan o da nasibini aldı, 1 ay hapiste yattı. Çıktıktan sonra bir yazısındaki “ordu uyanık olmalı” ifadesi sebebiyle 7 yıl ceza aldı, cezası bozulsa da askerliğini 2 yıl sakıncalı piyade olarak yapmak zorunda kaldı. Bu sürgün dönemini ise “Evet, evet ne olursa olsun, ben Patnos dağlarında halk çocuklarıyla er olarak askerlik yapmayı, emekli olduktan sonra siyasal iktidarın uzattığı yönetim kurullarında, on binlerce lira para alan orgeneral olmaya değişmem!” sözleriyle anlattı. Bu dönemde yaşadıklarını Rutkay Aziz ile birlikte Sakıncalı Piyade ismiyle tiyatroya uyarladı. Mumcu Ankara’da gazete bürosunda da Patnos’ta sürgünde de yazmaktan ve halkını sevmekten hiç vazgeçmedi.

Mumcu’nun Altan Öymen ile birlikte 1975 yılında Cumhuriyet gazetesinde Demirel’in yeğeni Yahya Demirel’in hayalî ihracatını ortaya çıkarmasıyla, Türkiye’ye “hayalî ihracat” kavramını kazandırdı. Uğur Mumcu, artık kadrolu yazarı olarak çalıştığı Cumhuriyet’te hem ülkedeki yolsuzlukları araştırıyor hem de emperyalizmin Türkiye’de kurduğu bağımlılık ilişkilerine işaret eden yazılar yazıyordu.

“Türkiye bugün, askeri üssü ile, askeri anlaşması ile, yeraltı ve yerüstü zenginlikleriyle kapitalist emperyalizmin ipoteği altındadır” (Cumhuriyet, 1976).

“HER İLERİCİ EYLEMİN KARŞISINDA CIA VAR”

“İki yıldır ne ekildiyse o biçiliyor... Amaçları hep bu: Korku ve terör yaratacaklar... Herkesi ürkütüp korkutacaklar... (...) Bunların arkalarında, her ulusçu ve her ilerici eyleme karşı çıkan CIA var, CIA bürokratları var, Kontrgerilla var...” (27 Nisan 1977, Cumhuriyet)

Uğur Mumcu, 1977 yılında kontrgerilla eliyle örgütlenen ve suçu sola yıkılan 1 Mayıs Taksim Katliamını da gerçek failleriyle birlikte hem öngörmüş, hem de dönemin ana akım basının aksine, arkasındaki kontrgerilla yapılanmasını ve emperyalizmin rolünü cesur bir biçimde deşifre etmişti.

“1955 yılının 6/7 Eylül olaylarına yol açan olay Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve bomba atılmasıydı. …Yassıada duruşmalarına kadar 6/7 Eylül olaylarının ‘solcular’ tarafından yapıldığı ileri sürüldü...

Atatürk’ün Selanik’teki doğduğu eve bomba koyan güvenlik görevlisi Oktay Ergin, şimdi nerededir dersiniz? Emniyet Genel Müdürlüğü Güvenlik Dairesi Başkanlığı’nda... Oktay Ergin, 1 Mayıs toplantısı ile ilgili önlemlerin alınmasında ve uygulanmasında en önemli görevlerden birini üstlenmişti” (6 Mayıs 1977, Cumhuriyet).

12 Eylül’ün ardından da hem kontrgerillayı hedef alan haberlerini hem de aydın sorumluluğunu sürdürdü. İpekçi ve Papa cinayetlerinin faili Ağca’nın derin devlet bağlantılarını ortaya çıkardığı araştırmalarıyla, Papa davasında bilirkişi olarak dinlendi. Kenan Evren’in imzalayanları vatan hainliğiyle itham ettiği, 12 Eylül rejimini hedef alan Aydınlar Dilekçesinin hazırlanmasında çalıştı.

“EVREN GELDİ, CEMAATLER ÇOĞALDI”

Mumcu ’80’lerin ikinci yarısından itibaren 12 Eylül rejiminin el altından palazlandırdığı ve yol verdiği islamcı örgütlenmeleri araştırmaya başladı. Rabıta kitabında detaylandırdığı üzere, Suudi devletinin desteği ile kurulan, emperyalizmle müttefik İslamcılığın Türkiye’deki örgütlenmesinin üzerine gitti. Avrupa’ya gönderilen imamların maaşlarının Suudi devleti tarafından ödendiğini ortaya çıkardı. 12 Eylül ve siyasal İslam arasındaki ilişkiyi Rabıta kitabındaki şu ifade açıklıkla dile getiriyordu.

“Evren geldi, Evren’in bir iyiliği oldu. Partilerin balonlarına bir iğne dürttü, hepsi söndü. Bir-iki sene partisiz yaşadık. O kadar rahat ki, cemaat de çoğalıyordu, cemaat de ruhen bu particilikten tedirgindi.”

Mumcu, ’90’lı yılların başında ülkede çoğalan radikal islamcı grup ve eylemlerin yanı sıra, Kürt sorununa dair de yazılarını artırdı. Ölümünden henüz bir yıl önce, bir başka aydın cinayetine kurban giden Musa Anter cinayetine de değindiği “Hizbulkontra” yazısında, Türkiye Hizbullahı ile kontrgerilla, İran ve Kürt sorunu arasındaki bağa işaret ediyordu.

Son çalışması olan ve Kürt sorununun derinleşmesinde MİT’in rolünü araştırdığı Kürt Dosyası kitabının henüz başlangıç kısmını yazdığı bir dönemde, 24 Ocak 1993’te, arabasına bomba yerleştirilerek katledildi. Çalışmasını tamamlayabilse, belki bugün içinden geçtiğimiz süreçleri bile aydınlatabilecekti.

“BU İŞİ DEVLET YAPMIŞTIR”

Ölümünün ardında İran Hizbullah’ından Türkiye Hizbullah’ına, kontrgerillaya kadar birçok farklı yapının ismi geçti. Ancak cinayetin hangi yapı tarafından, ne amaçla işlendiği hiçbir zaman tamamen açıklanamadı. Dönemin savcısı, Uğur Mumcu’nun eşi Güldal Mumcu’ya “Güldal Hanım üstüme gelmeyin. Namus borcumuz dediler, bugüne kadar hükümetin hiçbir üyesi dosyanın ne olduğunu bana sormadı. Bu işi devlet yapmıştır. Siyasi iktidar isterse çözer,” dedi.

Yine Güldal Mumcu’nun, dönemin İçişleri Bakanı Mehmet Ağar’a “Karşımıza sürekli engeller çıkarılıyor. Bir duvar örülüyor sanki. O zaman bir tuğla çekin duvar yıkılsın,” demesi üzerine Ağar, “Çekemem, yapamam,” dedi. Güldal Mumcu’nun “O zaman başkaları çeker, altında kalırsınız,” sözü üzerine ise “Ona kimsenin gücü yetmez,” diyor. Bugün örülen duvar büyüdü Saray oldu.

Ağar, cinayetten 3 yıl sonra Susurluk olayı üzerine istifa etti. 1998’de Ağar’ın Yüce Divan’da yargılanma yolu meclis komisyonunda oyçokluğu ile önlenebildi.

“VURULDUK EY HALKIM!”

2000’li yılların başında İstanbul’da Hizbullahçılara ait bir hücre evinde ele geçirilen bilgiler üzerinden, İran bağlantılı Tevhit-Selam-Kudüs Ordusunun cinayeti işlediği iddia edildi, Mumcu cinayetinin yanı sıra Muammer Aksoy, Bahriye Üçok ve Ahmet Taner Kışlalı cinayeti de bu örgütle ilişkilendirildi. Ancak Mumcu cinayetinin faili Oğuz Demir’i polis Ankara’da operasyon yapacağı sırada “elinden kaçırdı”.

Aradan geçen 32 yılın ardından, Umut Davası kapsamında Uğur Mumcu davası yeniden görülecek. Şimdilerde yeni rejim içerisinde de kontrgerilla rolünü sürdüren M. Ağar’ın tanık olarak dinlenmesine karar verildi. Ancak Mumcu gibi ilerici aydınların kanıyla kurulan rejim açısından bir siyasi rant fırsatı çıkmadıkça, cinayet karanlıkta kalmaya devam edecek.

Ancak Mumcu’nun gerçekte neden katledildiğini, yine kendisi 1975’te Cumhuriyet’te yazdığı “Vurulduk ey halkım unutma bizi” yazısında açıklıyor:

Giresun’daki yoksul köylüler. Sizin için öldük. Ege’deki tütün işçileri, sizin için öldük. Doğu’daki topraksız köylüler, sizin için öldük. İstanbul’daki, Ankara’daki işçiler, sizin için öldük. Adana’da paramparça elleriyle, ak pamuk toplayan işçiler sizin için öldük.

Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım unutma bizi!..

***

’90’LARDA KURULAN KARANLIK

Uğur Mumcu’nun katledilmesi, yalnızca kontrgerilla ve İslamcı örgütlenmelerin üzerine giden aydın, ilerici bir gazetecinin tasfiyesi değil, aynı zamanda 12 Eylül ile başlayan sürecin kalıcılaşarak ilerleyebilmesi için ’90’lar boyunca sürdürülen baskı ve tasfiye stratejisinin bir parçasıydı.

’80’lerin ikinci yarısında yeniden demokratikleşmeden bahsedilirken, SSCB’nin tehdit olmaktan çıkmasıyla Batı’da Gladyo tasfiye edilirken, ’90’lı yılların sonuna geldiğimizde artık bu on yıl Susurluk, 28 Şubat ve Kürt illerinde yoğunlaştırılmış savaş koşulları ile anılıyordu. Bu aksi yönelişin temel sebebini, ’90’ların hemen öncesinde üniversite ve fabrikalarda yeniden yeşeren solda aramak gerekir. Egemen sınıflar açısından “demokratikleşme” ancak solun ve sınıf hareketinin tamamen pasifize edilebildiği koşullarda mümkün olabilirdi. Ancak 1980’lerin ikinci yarısından itibaren hızla işçi-öğrenciler arasında yükselen, ANAP’ı deviren, neoliberalizm sürecini yeniden duraklatan bir sol yükseliş, “sivilleşme” sürecini on yıllığına rafa kaldırdı.

Solun 12 Eylül öncesi durumuna gelme ihtimaline karşı kontrgerillanın yeniden devreye sokulması yalnızca bir bastırma değil, aynı zamanda bastırılamadığı yerde sola sınır çekme ve emekçi halkla ilişkisini kısıtlayacak bir siyasi atmosfer yaratma projesine dönüştü. ’90’larda birbirinden bağımsız görünen farklı fenomenlerin (Radikal İslamcılık, PKK gerekçelendirilerek geliştirilen resmî-gayriresmî baskı araçları) temelde solun yeniden yükselişini hem bastırmak hem de onu bugüne kadar sürecek sınırlı bir alana hapsetme planının parçasıydı.

’89 işçi baharı, üniversite eylemleri, gecekondu mücadelesi, kamu emekçileri mücadelesi gibi dinamikler üzerinden yeniden toplumsallaşan solun karşısına bu kez hem 12 Eylül öncesinin kontrgerillaları hem de yeni yeni palazlanan siyasal İslamın radikal ve düzen içi aktörleri çıkarılıyordu. 2 Temmuz ve yine ’90’ların başlarında gerçekleşen aydın cinayetleri (Çetin Emeç, Muammer Aksoy, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Musa Anter, Ahmet Taner Kışlalı) üzerinden baskı üretmenin yanı sıra toplumu gericilik-laiklik gerilimi üzerinden bölerken, yoksul halk kesimlerinin siyasallaşabilmesi için siyasal İslamın tek seçenek haline getirilmesi, yukarıdan aşağı inşa edilen bu kültürel kutuplaşmanın aşılmasının da önüne geçiyordu.

Yasaklar ve baskılar atmosferinde darbenin yaralarını sarmakta olan sol muhalefetin halkla bütünleşerek toplumsallaşabilmesinin önü, siyasal İslamcı siyasete ön açılarak tıkanıyor, sol ise İslamcılık-laiklik ikiliği üzerinden yarılmış toplumda, siyasal İslamın etki alanının dışında kalan ve dönemin etnik gerilim atmosferi sebebiyle farklı bölünmeler yaşayan toplumsal kesimlere sıkıştırılıyordu.

Yıllarca devrimcilerin güçlü olduğu yoksul mahallelerin önüne seçenek olarak Ülkücü kontrgerillanın örgütlediği mafyalaşma ile İslamcı tarikatlar sunuluyor, sol farklı biçimlerde emekçi halktan koparılıyordu.

’90’LARIN KONTRGERİLLA BİLANÇOSU

31 Ocak 1990’da yolsuzluklar, özelleştirmeler ve İslamcı örgütlenmeler üzerine yazılarıyla hedef haline gelen yazar Muammer Aksoy evinin önünde kurşunlandı.

7 Mart 1990’da gazeteci Çetin Emeç, arabasında kurşunlanarak katledildi. Saldırıyı Türk-İslam Tugayları isimli örgüt üstlendi.

6 Ekim 1990’da islamcı örgütlenmelerin hedef gösterdiği Bahriye Üçok, evine gönderilen bombalı paketle katledildi. İslami Hareket Örgütü, “tesettür konusundaki düşünceleri yüzünden” Üçok’u “cezalandırdıklarını” açıkladı.

4 Eylül 1990’da İslam’ın kökenine dair araştırmaları sebebiyle hedef alınan yazar Turan Dursun, evinin önünde uğradığı silahlı saldırıda yaşamını kaybetti. Bu saldırıyı da İslami Hareket Örgütü üstlendi.

20 Eylül 1992’de Kürt gazeteci ve aydın Musa Anter, sokak ortasında katledildi. Cinayeti, Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım’ın planladığı ve işlediği belirtildi.

24 Ocak 1993’te Uğur Mumcu arabasına konulan bombanın patlaması ile katledildi.

2 Temmuz 1993’te yazdığı yazılar sebebiyle Aziz Nesin’in hedef gösterilmesini takriben bulunduğu Sivas Madımak Otelde Ülkücü-İslamcı kitlelerin çıkardığı yangında, Madımak Otelde bulunan 34 aydın katledildi.

21 Ekim 1999’da tarikatları eleştiren yazıları sebebiyle Akit gibi çevreler tarafından hedef alınan aydın Ahmet Taner Kışlalı, otomobiline yerleştirilen bombanın patlaması sonucu hayatını kaybetti. Cinayetin, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok ve Uğur Mumcu suikastlarıyla birlikte Tevhit-Selam/Kudüs Ordusu tarafından işlendiği yargısına varıldı.

***

RABITA: ARABİSTAN’DAN PARA ALAN DEVLET GÖREVLİLERİ

Uğur Mumcu 1987 yılında yurtdışındaki Türklerin kurduğu dinci yapıları araştırırken, 12 Eylül darbesi sonrasında devletin din görevlilerinin parasını Rabıta adıyla bilinen “Rabitat'-ül-Âlem'ül-İslami” adlı örgütün ödediğini öğrenir. Rabitat'-ül-Âlem'ül-İslami, Suudi Arabistan tarafından 1962 yılında kurulan ve Vahabiliği yayan uluslararası çapta bir örgütlenmeydi. Suudi resmî mezhebi olarak bilinen Vahabilik, Selefi silahlı örgütler tarafından benimsenerek, finans kaynağını bu sayede Körfez üzerinden sağlayabiliyordu.

Uğur Mumcu, darbe sonrasında Rabıta’nın 1982-1984 yıllarında yurtdışındaki Türk imamlara ayda 1.100 dolar ödediğini ortaya çıkardı. Daha sonra Rabıta kitabında yer alacak olan “Avrupa'da İslamcı Örgütler ve Para” adlı yazı dizisinde Türk yetkilere de bu ilişkinin kaynağını sordu. Buna karşılık olarak, eski Diyanet İşleri Başkanı Tayyar Altıkulaç, yurtdışındaki imamların Rabıta’dan aylık almalarının Bakanlar Kurulu kararı ile gerçekleşmiş olduğunu öne sürdü. Milli Güvenlik Konseyi ise “haberimiz yok,” diyerek işin içinden çıkmaya çalıştı.

Mumcu iddiasının peşine düşerek merkezi Belçika’da bulunan İslam Kültür Merkezi Genel Müdürü İmam Ehdel ile görüştü. Mumcu’nun sorularını yanıtlayan Ehdel, maaşlarını Diyanet’in ödemediğini, Rabıta üzerinden Arabistan’dan para aldıklarını doğruladı. Uğur Mumcu daha sonra da adının açıklanmasını istemeyen bir bakandan olayı teyit etti. Bu ilişkinin Özal hükümeti döneminde de sürdüğünü söyleyen Uğur Mumcu, sürekli konuyu gündemde tutarak SHP başta olmak üzere dönemin muhalefeti de hükümeti sıkıştırdı. Ancak Mumcu, Rabıta örgütünün sadece Türk imamlara para desteğinde bulunmadığını, pek çok İslami dernek ve vakfın kuruluşunda destek sağladığını da belgeledi. Hatta Rabıta’nın genel merkezinde, Türkiye’deki bu kuruluşlar için, “faaliyetlerimiz” başlığıyla tutulan raporları ortaya çıkardı.