Hatırlatmalar | Demokrat Parti’den 12 Eylül’e ve Bugüne: Kriz, diktatörlükler ve mücadeleler

Politika Kolektifi
Her geçen gün baskıların yoğunlaştığı, iktidarın yanında olmayan her kesimin bir biçimde yargı sopasından nasibini aldığı günlerden geçiyoruz. Artık toplumun geniş kesimlerinin rızasını alamayan AKP ve MHP, yönetimlerini sürdürebilmek için başka bir yol bulamıyor.
Ülkenin içine sürüklendiği büyük ekonomik-sosyal kriz ortamı toplumda yaygın tepkiler ortaya çıkarıyor. Hemen her gün başka bir noktada direnişlerin gündeme geldiği, emekçi halk kesimlerinin hak arayışlarının yükseldiği bir dönemde iktidar sopasını sallamak dışında bir çare bulamıyor. Yargının gazetecileri susturmak üzere devreye sokulmasından, grev ve eylem yasakları için vali ve polislerin görev üstlenmesine kadar bütün her şey bu yönetme krizinin bir yansıması olarak gerçekleştiriyor.
I
Bu gerçeklik ortada olmasına rağmen zaman zaman liberal bir yanılmanın sonucu olarak, AKP ve MHP’den demokratik dönüşüm hamleleri beklenmeye devam ediliyor. Hatırlanırsa, Mayıs 23 seçimlerinin ardından, AKP’nin yeni iktidar döneminde bir restorasyon sürecine girerek (MHP’den koparak) kendi demokratik (!) özüne döneceği beklentileri hiç da az değildi! Bunlar şimdi de Erdoğan’dan çok Bahçeli’nin demokratlığına (!)övgüler düzerek, iflah olmayacaklarını göstermeye devam ediyor.
Ancak bilinir ki böyle ekonomik kriz dönemleri, şimdi AKP’nin hayata geçirdiği IMF’nin istikrar programları; emekçi sınıfların ücretlerinin baskılanması ve hakların kısıtlanması pahasına sürdürülür. Bu da yeni baskılarla birlikte hayata geçirilir. Bu tür bir dönem içinde tüm emekçi halkın büyük bir abluka altında boğulduğu koşullarda bir demokrasi kapısının aralanması ancak ve ancak toplumsal muhalefetin gücüne bağlı olarak gelişebilir.
Bu hafta Türkiye’nin emperyalizme bağımlılık ekseninde dönüşümün tarihi içinde, yaşadığı ekonomik bunalımlar ve onlardan çıkış yolu olarak gündeme gelen baskı dönemlerini hatırlıyoruz. Demokrat Parti ile başlayan bu dönüşümün nasıl bir diktatörlük olarak hayata geçirilmeye çalışıldığını, Demirel’le başlayarak 12 Mart’a uzanan süreçlerden, 12 Eylüllerden Özal ve Erdoğan’a kadar uzun tarihe bakarak da bugün yaşananları anlamak mümkün.
II
Kaldı ki bugün dünyada da benzer bir durumu birçok yerde görüyoruz. Kapitalist-emperyalist sistemin 2008 krizinin ardından başlayan dönem, şimdi büyük oranda neofaşist iktidar ve hareketlerin belirleyici olduğu bir karanlığa açıldı. Trump’ın ABD’de yeniden seçilmesiyle başlayan kısa sürede, doğrudan toprak ihlallerine yönelik emperyalist hayallerden, içeride sınırsız bir egemenlik inşasına varan kurgusu da bunun bir göstergesi.
Bunun arkasında ise ’80’lerden sonra bir küresel sistem olarak örgütlenen neoliberal dönüşüm var. Devlet korumacılığının yerine piyasa serbestliğinin konulmasına dayanan bu dönüşüm, politik ve toplumsal anlamda da sendikal yasaklar ve sanayisizleştirme süreçleriyle gerileyen işçi sınıfı hareketlerinin karşısına yeni gelişen kimlik hareketlerinin düzen içi biçimlerinin ikame ettirilmeye çalışıldığı süreçlerden geçti. SSCB’nin küresel etkisini kaybetmesi ve 1989 itibariyle parçalanması ile sermayenin sınırsız bir egemenliğinin önündeki tüm engellerin kaldırılması doğrultusunda örgütlendiği yeni bir dönemin kapısı aralandı.
’70’lerde ve ’80’lerde yoksul ve gelişmekte olan ülkelerin kapısını "kırarak" başlayan dönüşüm, Amerikan emperyalizminin "rakipsiz" kaldığı ’90’lardan itibaren geçmişte doğu bloğunun etkisindeki ülke ve bölgelerde iç savaşlar, siyasal istikrarsızlıklar ve yağmalarla genişledi.
Neticede 2007 itibariyle krize giren ve geçen yaklaşık 20 yılda ne bir çözüm ne de kurucu bir dönüşüm vaat edemeyen neoliberal kapitalizm, bugün yalnızca dünyanın geri kalanında değil, ABD’den Almanya’ya, Fransa’ya kadar merkez ülkeleri dahi otoriter ve faşist hareketlerin beşiği haline getirdi.
III
İnsanlık tarihinin en büyük dönemeçleri, halk sınıflarının mücadelelerinin dayattığı yönde geçildi. 1917 Ekim’inden Küba’ya, Vietkong’a, 20. yüzyıl, egemen sistemin halkın mücadelesine verdiği kanlı karşılıklar ve kurucu dönüşümlerle şekillendi. Bugün, yaklaşık 20 yıldır çözülemeyen krizin doğurduğu canavarlıklar çağının da sonunu, neoliberal düzene sığmayan milyonların mücadelesi belirleyecek. Türkiye toplumsal devrimci mücadeleler tarihi de, tarihin seyrinin egemen sınıfların seyrinden çıktıkları bütün anların, halkın örgütlü mücadelesinin eseri olduğunun da göstergesidir. 12 Mart öncesinden sonrasına uzanan devrimci mücadeleler, 12 Eylül sonrasında da ’89 Bahar Eylemleri’nden günümüze kadar çoğalarak sürdü. Bugün içinden geçilen yeni baskı döneminin, siyasal İslamcı faşizmi kalıcılaştırma doğrultusunda ülkenin yeni bir karabasana sürüklendiği dönemde de çözüm yine halkın birleşik ve örgütlü gücünün geliştirilmesinden başka bir yerde değil.
***
DEMOKRAT PARTİ: EMPERYALİZME BAĞIMLILIK, KRİZ, DEVALÜASYON VE DİKTATÖRLÜK
Dışa bağımlı bir ekonomik sömürü sistemi içinde, IMF başta emperyalist merkezlerin istikrar programının ülke tarihindeki en önemli uygulayıcılarından birisi Demokrat Parti iktidarı oldu. Bu dönem aynı zamanda ülke tarihinin en baskıcı dönemlerinden birisi olarak yaşandı.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ABD’nin önderliğinde kapitalist sistem yeni sömürgeci bir yönelim içerisine girdi. Türkiye’de bu tarihten itibaren ABD’nin soğuk savaş politikalarına bağlı bir dönüşüm sürecine girerken, Demokrat Parti bu dönüşümün en radikal temsilcisi olarak öne çıktı.
DP dönemi emperyalizmle açık bir işbirliği içinde, emperyalizme bağımlı çarpık bir kapitalistleşmenin yukarıdan aşağı geliştirildiği bir dönem oldu. Marshall Yardımları ile başlayan ekonomik ve siyasi bağımlılık ilişkileri, askeri planda da NATO’ya giriş ve Dolaylı Savaş anlaşmasıyla ABD’yi Türkiye’ye istediği zaman askeri müdahale hakkını tanıyan bir noktaya kadar taşındı. Bu bağımlılık içinde ülkenin askeri yapısından istihbarata kadar tüm yapısı doğrudan ABD’ye bağımlı şekilde dönüştürülürken, ekonomide de ithal ikamecilik adı altında dışa bağımlı bir yapı şekillendirildi.
EKONOMİK KRİZ, IMF REÇETESİ VE DEVALÜASYON
Savaş sonrasında 250 milyon dolarlık neredeyse 1946 ithalat hacminin iki katından daha fazla bir döviz rezerviyle giren ve 1946 yılında 100 milyona yakın bir ticaret fazlası veren Türkiye hiçbir ekonomik mantığa dayanmadığı halde yoğun bir dış yardım arama çabasına girdi. Demokrat Parti bu yönelimi 1951 yılında Yabancı Sermaye Yatırımlarını Teşvik kanunu ve 1954 başlarında Petrol kanunu kabul ederek sürdürdü. Yapılan yardımlar çerçevesinde iç pazara dönük bir sanayileşmeden daha çok dış pazara yönelik tarım, madencilik, alt yapı yatırımları ve inşaata öncelik veren bir karakter kazandı.
İç pazarda ithal lüks tüketim maddelerine yönelinmesi sürekli bir döviz ihtiyacını gerekli kılmaktaydı. Dış borçlanma ve yabancı sermaye ithaline dayanan bu ekonomik yapı sürekli olarak daha fazla dış kaynak gereksinimi yaratmaktadır. Dış kaynakların herhangi bir sebeple tıkanmaya başladığı anda ise ülke eski borçlarının faizlerini bile ödeyemez, üretimini sürdüremez bir duruma sürüklenmektedir.
Kronik dış açıklar kanalıyla dışa bağımlı hale gelen ekonomik yapı bu dönemin bir armağanı olarak Türkiye ekonomisinin kalıcı bir özelliği haline geldi. 1946-1953 yılları arasında dış ticaret açığı toplam olarak 500 milyon doları bulmuş bu açıklar ABD yardımları ve dış kredilerle kapatılmıştır.
1954 sonrası döviz kıtlığı çerçevesinde ithal tüketim mallarına ulaşımın sınırlanması ciddi bir enflasyon, kıtlık ve karaborsanın yaygınlaşmasını arkasından getirdi.
1958’e gelindiğinde ise Demokrat Parti iktidarı ciddi bir kriz sarmalının içerisine yuvarlanmıştı. Krizini aşmak için IMF’nin kapısı çalınmıştı. IMF 359 milyon borç vermeyi ve Türkiye’nin 400 milyonluk borcunu konsolide etmeyi kabul ediyordu. Bunun karşılığında Menderes’ten milli koruma kanununun durdurulmasını, kamu bütçesinin daraltılmasını ve ücret zamlarının durdurulmasını talep ediyorlardı. Türk lirası devüle edilerek dolar 2.80’den 9.025’e çıkarıldı. Uyum politikalarının normal koşullarda uygulanması mümkün değildi.
AZINLIKTA KALAN DP İKTİDARI VE DİKTATÖRLÜK
Bu bağlamda Demokrat Parti kaybettiği meşruiyetini konsolide etmek amacıyla 1954 sonrası muhalif kesimlere yönelik baskı ve şiddet politikalarına yöneldi. Öncelikle CHP’nin mallarına el koymaya yönelik yasa TBMM’de DP’lilerin oylarıyla kabul edilerek mallarına el konuldu. Seçim yasası değiştirilerek radyo muhalif partilere kapatıldı. Memurların siyaset hakkı kısıtlandı. Yargıçlar ve profesörler emekliye sevk edildi. Basın yasası değiştirilerek kötü düşünceyi davet edecek haberler yasaklandı; bunun içine iktidara muhalefet eden bütün haberler giriyordu. Yasaya muhalefet edenlere yönelik cezalar ağırlaştırılmıştı, 238 gazeteci cezaevine atıldı. Gösteri ve yürüyüş yasası değiştirildi, her toplantı ve gösteri suç sayılarak kitleye ateş açılabilecekti. Bu yasa çerçevesinde 28 Nisan 1960’da üniversiteler kapatıldı. Demokrat Parti’ye karşı mücadelenin en önünde gençler yer almaktaydı. Bu anlamda iktidarın en korktuğu kesim gençlerdi. 28-29 Nisan’da mülkiye ve hukuk fakültesi öğrencilerinin protesto gösterilerinin üzerine ateş açılarak Turan Emeksiz katledildi. Bunun üzerine Kızılay’da Demokrat Parti’nin otoriter politikalarına karşı hürriyet talebiyle tarihe 555K olarak geçen büyük bir protesto gerçekleştirildi.
1957 seçimleri öncesi kendi karşısında meclis içi muhalefeti de dağıtmaya ve tahakküm altına almaya yönelik adımlar attı. 1956 yılında CHP genel sekreteri Kasım Gülek tutuklandı. CHP ve CMP ittifakı seçim yasası değiştirilerek engellendi. CMP Genel Başkanı Osman Bölükbaşı da tutuklandı.
18 Nisan 1960’da Tahkikat Komisyonu kurularak basın ve CHP’nin faaliyetleri sorgulanacaktı. CHP’nin kapatılması dillendiriliyordu. Komisyonla birlikte tüm siyasi faaliyetler yasaklandığı gibi komisyonla ilgili tüm haberlere yayın yasağı kondu. Komisyona olağanüstü yetkiler verildi. Komisyonun aldığı kararlar sorgulanamayacaktı. Türkiye, 1959 yılının sonunda halk nezdinde DP’den kurtulma arayışlarının ön plana geldiği bir ülke konumundaydı.
Bu dönemin en önemli dinamiklerinden birisi de üniversite öğrencileri başta, toplumun anti-emperyalist ve cumhuriyetçi halk dinamiklerinin etkinlikleri oldu. Üniversiteler, DP’nin baskılarına karşı mücadelenin en önemli merkezlerinden birisi haline geldi. Bu döneme damgasını vuran eylemlerden birisi de 555 K olarak bilinen, Kızılay Meydanı’nda 5’inci ayın 5’inde saat 5 olarak kodlanan gençliğin büyük eylemi oldu. Bu gençlik mücadeleleri sonrasındaki üniversite hareketlerinin de nüvesi oldu.
Buna karşı toplumsal muhalefetin siyasal bir seçenek oluşturamadığı koşullarda, bu dönem 27 Mayıs darbesiyle son bulurken, ülke 1960 yılının 27 Mayıs sabahına bu ekonomik ve siyasal koşullar ortamında uyandı.
***
MORRISON SÜLEYMAN
KRİZ VE 12 MART DARBESİ
Demokrat Parti ile girilen emperyalizme bağımlı dönüşüm sürecinin yarattığı kriz, 27 Mayıs darbesiyle aşılmaya çalışıldı. 1960 anayasası üstyapıda görece demokratik adımlarla birlikte, ekonomide de kapitalizmin yukarıdan aşağıya inşasında bir karma modeli (planlama kurumları ile birlikte) oluşturmaya yöneldi.
27 Mayıs’tan çıkış anlamındaki ilk seçimlerde, ’65 yılında Demirel’in başında olduğu Adalet Partisi yüzde 53 oyla büyük bir çoğunluk sağlayarak iktidara gelir. Bu dönemin özgün yanlarından birisi de Türkiye İşçi Partisi’nin 15 vekille mecliste temsil hakkı kazanması ile sosyalistlerin toplumsal ve siyasal mücadeledeki etkinliklerinin giderek artacağı bir dönemin de başlangıcı olmasıdır.
Demirel’le birlikte, emperyalizme bağımlılık içindeki şekillenme, DP’nin bıraktığı yerden sürdürüldü. Bu da iç piyasaya yönelik işbirlikçi tekellerin güdümündeki montaja dayalı bir üretim süreci anlamına geliyordu. Bu da tıpkı önceki dönemdeki gibi döviz ihtiyacının ihracat yoluyla karşılanmasından uzak olduğu oranda döviz darboğazı ve dışa bağımlılığın derinleşmesi anlamına geliyordu. Emperyalizme bağımlılık içinde büyüyen bu ekonomi modeli kaçınılmaz olarak ’70’lerde yeni bir krize yol açtı.
MENDERES’İN KADERİNİ YAŞADI
Döviz darboğazına girilmesi ile başlayan kriz dünyada ABD’nin Vietnam’da yenilmeye başlamasıyla kendini gösteren gerilemesiyle birleşerek derinleşti. Doların hızla değer kaybettiği bu dönemde, Türkiye’nin döviz darboğazının aşılması mümkün olmadığı oranda üretim kapasiteleri yüzde 70 oranında düşüş göstermesiyle, kriz adım adım ilerledi. ABD desteğiyle iktidarını sürdürmekte zorlanan Demirel’in kendisi de bir anlamda selefi Menderes’in kaderini yaşayarak, emperyalist merkezlerin kendisini artık yeterince desteklemediğinden yakındığı bir döneme geçildi. Toplumda da büyük hoşnutsuzluklar yaratan bu durum Adalet Partisi’nin desteklerini eritirken, sermaye çevrelerinden sağın farklı fraksiyonlarına kadar egemen güçler içinde de ayrışma ve arayışlar hız kazanmaya başladı. 1970’lere gelindiğinde IMF programı doğrultusunda, ücret ve maaşların sabit tutulması, taban fiyatlarının düşürülmesi, iç talebi ve ihracatı kısıtlayan tedbirler gündeme getirildi. Bu politika Ağustos ’70’te yüzde 66’lık büyük bir devalüasyon ile hayata geçirilmeye çalışıldı. IMF tarafından dayatılan bu operasyon döviz açığının kapatılmasının bir yolu olarak görüldüğü kadar yetersiz sermaye birikim krizinin de bir çözümü olarak dayatıldı.
YÜKSELEN TOPLUMSAL DALGA VE 12 MART DARBESİ
AP’nin çözülmesi, sağ blokta derinleşen parçalanma sürerken en önemli husus kuşkusuz ki 1965’ten sonra adım adım gelişerek büyüyen devrimci hareket gerçeği oldu.
Emperyalizme bağımlı bir sömürü sisteminin mağdur ettiği toplumun tüm emekçi kesimlerinin büyük bir uyanış dalgasına sahne olan ’60’lı yılların ikinci yarısı, ekonomik bunalım içindeki halkın daha radikal alternatif arayışlarını da gündeme getiriyordu. ’70’lerde girilen bunalımın egemen sınıflar lehine aşılabilmesi, bütün bu toplumsal muhalefeti de baskı altında alacak bir dönemin kapısını araladı.
Batıda aynı dönemde refah ekonomisinin parçası olarak alınan demokratik kazanımlar, Türkiye gibi zayıf halka ülkelerde, yaşanan ekonomik açmazın da etkisiyle sistemin kendisini hedef almaya başladığı anda, ilk fırsatta geri alınarak yeniden bir darbe dönemiyle toplumsal hareketlenme ve devrimci dinamikler bastırılmaya çalışıldı.
12 Mart darbesi tam da bu anlamda bu çıkmazın sermayenin ve emperyalist güçlerin lehine aşabilmek için devreye sokuldu. Amerikancı 12 Mart darbesi, acı reçetenin yürürlüğe konulmasını kolaylaştırmanın yanı sıra, yükselen devrimci hareketin yok edilmesi ile birlikte 1960 anayasası ile getirilen kimi ilerici ve demokratik gelişmelerin de ortadan kaldırılmasını hedefledi. Ancak darbenin atadığı hükümet bile politikalar konusunda uzlaşma sağlayamadı.
***

AMERİKANCI CUNTADAN ÖZAL’A
24 OCAK KARARLARI VE DARBE
ABD merkezli sistemin dayatması olarak neoliberal dönüşümün Türkiye’ye özgü formülü olan 24 Ocak kararları, DPT’nin başına geçirilen Turgut Özal tarafından yazılmış, ancak toplumdaki direnç ve siyasal mücadeleler sebebiyle dönemin hükümetleri tarafından uygulanamamıştı. Dönemin CHP başkanı Bülent Ecevit, bu kararların ancak “askerî bir darbe” ile hayata geçirilebileceğini dile getirmişti.
Bu kararlar, ancak darbe ile bir politika olarak hayata geçerek, sonucunda kamu sektöründe küçülme, özelleştirmeler, örgütlenme yasakları eliyle bugün hâlâ içerisinde yaşadığımız derin yoksulluğun temellerini attı.
Dönemin başbakanı Süleyman Demirel’in görevlendirmesiyle hazırlanan 24 Ocak kararları, temelde devletin ekonomideki payını küçültmeyi, yabancı sermayeye bağımlılığı sağlamayı ve tüm sektörlerde özel şirketlerin payını artırmayı hedefliyordu. Amaç, 1973 Şili darbesiyle başlayan neoliberal dönüşümün Türkiye’de de uygulamaya geçmesiydi.
EVREN, DEMİREL, ÖZAL…
24 Ocak kararları bu hedefler doğrultusunda, tarımda destek alımlarını sınırlandırmayı, KİT’lerin küçülme ve özelleştirmelerini, yabancı sermayeye kolaylık için günlük kurları, gümrük kolaylıklarını, ithalat liberalizasyonlarını ve iç piyasada sermaye teşviklerini içeriyordu. Ancak ekonomide devletin payının küçülmesi, piyasanın yükselmesi stratejisinin yaratacağı toplumsal ve ekonomik altüst oluşun, cumhuriyet tarihinin en yüksek örgütlülük seviyesindeki bir halka rağmen yapılabilmesinin imkanı yoktu.

CIA’NIN DARBECİLERİ, SABANCILAR, KOÇLAR VE DİĞERLERİ
Nitekim yaklaşık 8 ay sonra, CIA’nın bilgisi ve Pentagon’un teşviki ile gerçekleştirilen 12 Eylül darbesinin ekonomik rehberi de bu kararlar oldu. Darbenin hemen ardından, işveren sendikası başkanı Halit Narin’in “Bugüne dek işçiler güldü, şimdi gülme sırası bizde” sözleriyle kutlayışı, Vehbi Koç’un Kenan Evren’e teşekkür edip, militan işçi ve örgütlere dikkat edilmesi gerektiğini söylediği ve “Emrinize amadeyim” diyerek biten tarihî mektubu, darbenin sınıfsal ve ekonomik yönünü gözler önüne seriyordu. 12 Eylül, sendika ve partilerin kapatıldığı, binlerce insanın içeri atıldığı, işkence gördüğü ve idam edildiği askerî diktatörlük koşullarında, "liberal" ekonomi yolunu açıyordu. Neoliberalizmin mimarlarından Hayek’in Şili için söylediği, “liberalizm olmayan bir demokratik hükümettense liberal bir diktatörü tercih ederim” sözleri, Türkiye’de de Evren eliyle hayata geçiriliyordu.
K. Evren’in idamlar, işkenceler, kitlesel mahkûmiyetlerle toplumsal muhalefeti baskılayarak geçen 3 yıllık seçimsiz iktidarının ardından, siyasi yasakların sürdüğü ilk seçimde bizzat bu kararların yazarı olan T. Özal başbakan oldu. Özal’ın ANAP’ı, K. Evren’in açtığı yolu derinleştirdi, Türkiye’nin neoliberal dönüşümü ’80-83 arasında, kontrollü, ’83 sonrasında ise yoğunlaşarak devam etti. 1981 yılında faiz kontrolleri kaldırıldı, 1984’te döviz ticareti serbestleştirildi, 1986’da İMKB kuruldu, Morgan Quaranty şirketi, IMF ve Dünya Bankasının da desteklediği, KİT’lerin özelleştirilme planını hükümete sundu. 1989’da sermaye hareketleri tamamen serbest bırakıldı.
***

(Archivo General Histórico del Ministerio de Relaciones Exteriores)
ŞİLİ LABORATUVARINDA AMERİKAN CUNTASI VE NEOLİBERAL DÖNÜŞÜM
Batıda 1950’ler ile başlayan refah dönemi, ’70’lerden itibaren krize girdi. Artık yeniden inşa süreci tamamlanmış olan Batıda şirketlerin büyüme krizine çözüm olarak, işçi sınıfının zenginliğin bölüşümü içerisindeki payı hedef alındı. Ancak Batı içerisinde doğrudan ücretleri yarı yarıya kesecek bir siyasal hamle yerine, gelişen lojistik teknolojisinin imkanlarından faydalanılarak, üretimin kaydırılması stratejisi gündeme geldi. Batının sanayi devi şirketleri, fabrikalarını Güney Asya’ya, Latin Amerika ve Afrika’ya kaydırdı. Böylece şirketlerin kâr krizi, ucuz emek sömürüsü üzerinden karşılanabildi. Ancak bu geçiş süreci, yalnızca lojistik imkânlar sayesinde mümkün olmadı. Amerikan emperyalizmi özellikle periferideki ülkelerde doğrudan Doğu bloğu içerisinde olmayan ancak anti emperyalist, sosyalist eğilimli iktidarları darbeler, iç savaşlar ve suikastlarla ortadan kaldırarak bu geçiş için zemin hazırladı.
CONDOR PLANI
Henüz neoliberal doktrin hayata geçirilmeden önce, 1968 yılında CIA ve Pentagon’un, Latin Amerikalı generallerle oluşturduğu Condor Planı kapsamında 1964’ten 1976’ya kadar, “Marksist bölücülüğü bitirme” hedefiyle Şili, Arjantin, Brezilya ve Bolivya’da askerî darbeler gerçekleştirildi. Özellikle Pinochet gibi “yerli müttefiklerin” liderliğinde, Latin Amerikalı muhaliflere yönelik suikastlar, kaçırma ve işkence operasyonları, ortak bir askerî akıl ile sağlandı. Şili, yalnızca Condor Planının değil, aynı zamanda neoliberal dönüşümün de pilot ülkesi haline getirildi.
1973’te iktidardaki Allende hükümetinin sosyalizan uygulamalarına son veren ve yoksul halk kitleleri içerisinde örgütlü devrimci hareketi boğmak için general Pinochet’nin liderliğinde tarihin en kanlı askerî darbelerinden biri gerçekleştirildi. Darbe, henüz 1970 yılında bir CIA raporuyla başlatılmıştı. Condor planı çerçevesinde gerçekleştirilen darbenin ardından, Batı kapitalizminin yeni ekonomik modeli için Şili bir pilot ülke haline getirildi. Şikago Üniversitesinden liberal ekonomist Milton Friedman ve öğrencilerinin oluşturduğu Chicago Boys ve
PİNOCHET DİKTATÖRÜLÜĞÜ
“Chicago Boys” ekibi, Pinochet’nin iktidarında dünyanın ilk neoliberal ekonomisini kurdular. Kamu sektörünün neredeyse tamamen devreden çıkarıldığı, hızlı özelleştirmelerle üretim ve yatırımlarda şirketlerin belirleyici rol aldığı, ağır örgütlenme yasaklarıyla halkın hem ekonomik hem politik süreçlere müdahalesinin sıfırlandığı bu dönüşümün sonucu devasa bir bölüşüm şoku ve gelir uçurumu yarattı. Tarihe “Şok Doktrini” olarak da geçen bu politikaların sonucunda, Allende’nin istihdamı ve adil bölüşümü hedefleyen kalkınma programı yerine, rekor işsizlik seviyeleriyle "başarılabilen" bir fiyat istikrarı tercih edildi. Darbenin kana buladığı, binlerce insanın katli üzerinden kurulabilen sistemin egemenler açısından başarılı bulunması, ABD’de Reagan, İngiltere’de Thatcher eliyle, küresel çapta yeni bir dönüşümün başlatılması için yeterli oldu.
Şili darbesinden 3 yıl sonra, benzer bir süreç Arjantin’de yaşandı. İkinci savaş sonrası döneme sosyal demokratlar liderliğinde, korumacı ve bağımsızlıkçı politikaları sayesinde ciddi bir ekonomik istikrarla başlayan ülkede, özellikle emperyalist çıkarlar çerçevesinde gerçekleşen siyasi müdahaleler hem politik hem de ekonomik istikrarsızlığı getirdi. Toplumsal hareketlerin yükselişe geçtiği, buna karşın parlamenter siyasetin yükselen hayat pahalılığını önleyemediği koşullarda, 1976 yılında gerçekleşen askerî darbe, halkçı bir yönetim imkânlarının sonunu getirdi. Binlerce insanın katledildiği darbe yönetiminde geçen yıllar, ülkede bugün dahi çözülmesi mümkün gözükmeyen derin bir yoksullaşma, gelir uçurumu ve kalıcılaşmış enflasyon ortamı yarattı. Tüm bu dönüşüm, 1976’dan ’90’lara kadar süren neoliberal politikaların sonucunda gerçekleşti.


