Hatırlatmalar | Gecekondulardan TSK’ye İslamcılaşan Türkiye
12 Eylül’ün “fikirleri iktidarda” olsa da içeri girdikten sonra yalnızlaşan ve hayal kırıklıkları yaşayan ülkücü kadrolar, Nurcu-Nakşibendi şeyhlerinin hapishane ziyaretleri, toplantıları, kitaplar ile daha dışarı çıkmadan İslamcılaştırılmaya başlandı. Kadrolardaki dönüşüm, 12 Eylül’ün cumhuriyeti ve kurucu değerlerini dönüştürerek yıkmayı amaçlayan stratejileriyle gerçekleşti.
Hazırlayan: Yol Politika Kolektifi
12 Eylül darbesinin yarattığı en önemli dönüşümlerden biri; Amerikancı, her türden ilerici fikri boğmak isteyen bir Türk-İslam sentezini devletin resmî ideolojisi haline getirmek oldu. Darbe öncesinde, ABD’nin kontrgerilla ve dolaylı savaş stratejisi çerçevesinde geliştirilen ülkücü ocakları ve Türk milliyetçiliği, esasen 1970’lerin ortalarından beri İslamcılık ile giderek daha fazla haşır neşir hale getirildi. Bu yakınlaşmanın temelini, ABD’nin yeşil kuşak projesi çerçevesinde Ortadoğu’da antikomünist ılımlı İslamcı bir yeşil kuşak oluşturma çabasıydı. Her ne kadar bu dönemde devrimcilere karşı saldırılarda ortaklaşsalar da ülkücü hareketin fikren İslamcılaşması, 12 Eylül sonrasını bulacak, eylem birliği fikir birliğine dönüşecekti. Bunda, 12 Eylül öncesine kıyasla İslamcılığın marjinal bir ideoloji olmaktan çıkarılarak rejim dönüşümünün en önemli ideolojik dinamiklerinden birine dönüştürülmesi, İslamcı örgütlerin devlet eliyle önünün açılması gibi etkenler de önemli yer tutacaktı.
12 Eylül’ün “fikirleri iktidarda” olsa da içeri girdikten sonra yalnızlaşan ve hayal kırıklıkları yaşayan ülkücü kadrolar, Nurcu-Nakşibendi şeyhlerinin hapishane ziyaretleri, toplantıları, kitaplar ile henüz daha dışarı çıkmadan İslamcılaştırılmaya başlandı. Kadrolardaki bu dönüşüm, 12 Eylül’ün cumhuriyeti ve kurucu değerlerini dönüştürerek yıkmayı amaçlayan strateji doğrultusunda gerçekleşti. Aynı zamanda ülkücü kadrolar ve tarikatlar arasında yukarıdan kurdurulan bu ilişkiler, İslamcı örgütlerin siyaseten de daha fazla güçlendirilmesi amacı taşımaktaydı.
12 EYLÜL İLE SERPİLEN TARİKATLAR
Türk-İslam sentezi yalnızca milliyetçilerle İslamcıların fikren yakınlaştırılmaları şeklinde gerçekleşmedi. 12 Eylülcülerin devrimcileri toplumsal ve siyasal hayattan tamamen yok ederek Türkiye’yi ABD’nin Soğuk Savaş stratejileri etrafında dönüştürebilmesinin bir diğer önemli ayağı tarikat ve cemaatlerin devlet eliyle serpiltilmesi oldu. Her ne kadar Kenan Evren 12 Eylül öncesinde Konya’daki Kudüs mitingini de darbenin gerekçelerinden biri olarak sıralayarak, “Ülkeyi şeriatçılardan da kurtardık” dese de darbeden sonra bizzat kendisi meydanlarda elinden Kuran’ı düşürmeyecek, uçaklarla mahallelere ayet dağıtacak kadar ileri gidecekti:
“Ey müminler, toparlanın, Allah’ın ipine sımsıkı sarılın.” Al-i İmran, 103. ayet.
Gülen cemaati, Nakşibendiler, Nurcular, Süleymancılar… 12 Eylül sonrasında tüm siyasi partiler, meslek örgütleri, toplumsal örgütlenmeler baskı ve yasaklarla sindirilirken, yerlerini İslamcı tarikat ve cemaatlerin doldurabilmesinin imkânları sağlandı. Toplanma ve yürüyüş yasakları sürerken, tüm ortak alanlarda cemaat ve tarikatların toplantıları, pıtrak gibi çoğalan Kuran kursları görmezden gelinmenin ötesinde teşvik edildi. 12 Eylül öncesinde devrimcilerin olduğu tüm yoksul mahallelerde İslamcı yapılar örgütlendi. Dayanışma kültürünün, örgütlülüğün yerine biat ve sadaka kültürü hâkim hale getirildi. 12 Eylül’ün hayata geçirdiği 24 Ocak kararları çerçevesinde giderek neoliberalleşen Türkiye’de, hızla yoksullaşan ve tüm örgütlenme imkânları elinden alınan emekçiler, devlet destekli bu tarikat ve cemaatlerin karanlığına terk edildi.
12 Eylül eliyle yürütülen İslamcılaşma yalnızca toplumsal hayatta sürmedi. TSK’dan sivil bürokrasiye devlet kadroları tarikatçılarla dolduruldu. Kökü komünizmle mücadele derneklerine dayanan Fethullahçılar, 12 Eylül’ü izleyen Özal döneminde ilk kez yurtdışında okul açmaya, hileli sınav ve mülakatlar eliyle polis teşkilatı ve ordu içerisinde örgütlenmeye başladı. Geçtiğimiz yıllarda cenazesine tüm iktidar ve muhalefet partilerinin katıldığı Mahmut Ustaoğlu, İsmailağa cemaatini 1980 yılında, 12 Eylül’ün tarikatlara sağladığı elverişli ortam sayesinde kurdu.
Yine bu yıllarda, Uğur Mumcu’nun ölmeden önce ortaya çıkardığı üzere, Suudi Arabistan’ın kurduğu Dünya İslam Örgütü Rabıta’nın Türkiye’deki tarikat ve cemaatleri desteklemesine, yurtdışındaki diyanet mensuplarını maddi desteklerle örgütlemesine imkân tanıdı. Cemaat ve tarikatlara sağlanan imkânlar, kendisi de Nakşibendi tarikatı mensubu olan Özal ile birlikte katlanarak devam etti.
Tüm bu gelişmeler, Ortadoğu’da olası SSCB etkisine karşı Müslüman Kardeşler, Taliban gibi yapıların doğrudan ABD eliyle örgütlendirilmesine paralel olarak gelişti. SSCB’ye karşı Amerikancı bir ılımlı İslamcı ülkeler kuşağı projesini, reel sosyalizm yıkıldıktan sonra Huntington’ın medeniyetler çatışması tezi ve Büyük Ortadoğu Projesi İzleyecekti.
Önce 12 Eylül, sonrasında da Özal döneminde İslamcılaşma sürecinin bir diğer ayağını ise İmam Hatip Liseleri oluşturdu. Demokrat Parti döneminden beri aktif olan İmam Hatip Lisesi mezunlarına 12 yönetimi tüm üniversite bölümlerine girebilme imkânı tanıdı. Ardından Özal hükümeti döneminde, İmam Hatip Liselerinin şube açabilmesine imkân tanınarak, Anadolu’daki İHL sayısı kısa sürede 100’ü geçti. Eğitimde İslamcılaşmanın önünü açan bu uygulamaların diğer tarafında, resmî tarih üzerindeki değişikliklerle de tüm ilerici yönleri kırpılmış bir Kemalizm tarifleniyor, ilköğretim ve ortaöğretimde pekiştirilen bu devletçi-milliyetçi Kemalizm devletin görünür ideolojisi olarak ifade edilirken, arka planda laiklik gibi cumhuriyetin kurucu fikirleri dahil olmak üzere tüm ilerici fikirlere ve devrimciliğe düşman bir İslamcılık, devlet bürokrasisinden yoksul mahallelere rejimin esas ideolojisi olarak örgütlendiriliyordu.
24 OCAK’TAN ÖZAL’A: DARBEYLE NEOLİBERALLEŞME
12 Eylül’de ABD teşvikiyle gerçekleştirilen darbenin en önemli temellerinden biri, emperyalizmin 1970’lerden itibaren tüm dünyaya dayattığı neoliberal dönüşümü Türkiye’de de gerçekleştirebilmekti. Kıbrıs krizi sebebiyle ağır bir ambargo yaşayan Türkiye’ye IMF ve Dünya Bankası tarafından kamusal hizmetlerin daraltılması, döviz serbestliği sağlanması, yabancı sermayeye ve ithalata dayalı yeni bir ekonomik program “tavsiye edildi”. Bu saikle, önce 3. Milliyetçi Cephe hükümeti tarafından, Demirel’in DTP müsteşarı olarak atadığı Turgut Özal’ın hazırladığı 24 Ocak 1980 programı yürürlüğe konuldu. Ancak tarımda destek alımlarının kesilmesinden KİT’lerin dağıtılmasına, yeni sermaye desteklerine kadar ekonomide sert bir liberalizasyon içeren bu programın, halkın örgütlülük seviyesinin yüksek olduğu bir dönemde bütünüyle uygulanabilmesi imkânsızdı. Örneğin program dahilinde ücretlerin düşürülmesi hedefi, işçi direnişleriyle karşılaştı. Ecevit, bu kararlar için, “Şimdi izlenmekte olan ekonomik ve sosyal politikalar bir dikta rejimine oturmadan uygulanamaz” diyecekti. Nitekim öyle de oldu.
“LİBERAL DİKTATÖRLÜK”
“Eğer 24 Ocak kararları denen kararların arkasından 12 Eylül dönemi gelmemiş olsaydı, o tedbirlerin fiyasko ile sonuçlanacağından hiç şüphem yoktu. Böyle sıkı bir askerî rejim sayesinde o tedbirler meyvesini vermiştir.” - Kenan Evren
Neoliberal dönüşümün askerî darbe ile sağlanması Türkiye’ye özgü de değildi. Henüz 1974 yılında Şili’de sosyalist Allende hükümeti, tarihin en kanlı darbelerinden biri ile yıkıldıktan sonra iktidara gelen general Pinochet döneminde, Amerikalı ekonomistler askerî diktatörlük altında ezilen ülkeyi bir laboratuvar olarak görerek, neoliberal programı ilk kez burada denemişlerdi. Neoliberal ekonominin kurucularından, Pinochet hayranı ekonomist Friedrich Hayek, “liberalizmden yoksun demokratik bir hükümet yerine, liberal bir diktatörlüğü tercih ettiğini” söyleyecekti.
“ŞİMDİ GÜLME SIRASI BİZDE”
Benzer bir kaderi Türkiye de yaşadı. ABD teşvikiyle gerçekleştirilen 12 Eylül’ün ardından 24 Ocak kararları uygulamaya konuldu. Ücretler düşürüldü, üreticilere verilen teşvikler geri çekilirken, mislisi patronlara sağlandı, üretim düştü, döviz sınırlamaları kaldırılarak yabancı sermayeye serbestlik sağlandı, bu şekilde Türkiye’de döviz ve ithalat bağımlısı bir ekonomi kuruldu. Bu gelişmeleri, dönemin Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu başkanı Halit Narin; “20 yıl işçiler güldü biz ağladık, şimdi gülme sırası bizde” sözüyle kutlayacak, Vehbi Koç, Kenan Evren’den darbe yönetiminin sendikalara ve devrimcilere yönelik baskısının artarak devamını dilediği mektubunu, “Zatıâlilerine ve arkadaşlarınıza muvaffakiyetler temenni ediyorum. Emrinize amadeyim” diye bitirecekti.
12 Eylül’ün tahkim ettiği liberalizasyon, darbe yönetiminden sonra da hızla sürdü. Bu kez, 24 Ocak kararlarının mimarı, Kenan Evren’in prensi Turgut Özal, siyasi yasakların sürdüğü bir atmosferde başbakan olmuş, Türkiye’nin neoliberal dönüşümü bu kez “sivil” bir gömlekle hızlanmıştı. Özal, kamu hizmetlerinden kısmaya, devleti küçültmeye ve özelleştirmelere hız verecek, ünlü “Benim memurum işini bilir” cümlesiyle anılan kısa dönemde Dünya Bankası ve IMF ile 60’dan fazla kredi anlaşması imzalanarak ülke ekonomik olarak da tam bağımlı hale getirilecekti.
12 EYLÜL SONRASI SİYASETİN DÖNÜŞÜMÜ
12 Eylül darbesi siyaseti yalnızca zor yoluyla değil aynı zamanda yasal ve kurumsal müdahalelerle de dönüştürdü. Türkiye’nin, bugün içerisinde yaşadığımız tek adam rejimine giden yolu döşeyen bu müdahaleler, ülkede hem devrimci, sosyalist hareketlerin siyaset alanından uzaklaştırılmasını, siyasetin parti ve kurumları ile birlikte antidemokratikleştirilmesinin önünü açtı. Seçim barajının getirilmesi, siyasal parti tüzüklerinde yapılan değişiklikler, denetleme ve yasaklamalarla, 12 Eylül faşizmi Türkiye’de siyaseti yalnızca o günün darbe koşulları içerisinde değil, uzun vadede antidemokratik, otoriter bir yolun imkânlarını döşedi.
Bu değişiklikler, bir toplum mühendisliği ve rejim dönüşümünün yanı sıra, halkın siyasete katılımını, sol sosyalist güçlerin siyasal temsilini de sınırlamak ve baskılamak amacı taşıyordu. Darbe sonrasında siyasi partiler yasasında yapılan değişiklikler hem yasakları hem de siyasetin dönüşümünü hedefliyordu.
İlk kez 1982 anayasası ile Türkiye siyasetine giren yüzde 10 barajı, bugün hâlâ tamamen kaldırılabilmiş değil. Seçim barajı, doğrudan sol, sosyalist, devrimci güçlerin siyaseten temsilinin önüne geçebilme amacıyla yürürlüğe konuldu. 12 Eylül öncesinde, yüzde 1 ile dahi milletvekili çıkarılabilen farklı sistemler mevcuttu. 1965 yılında, 27 Mayıs anayasasının getirdiği Milli Bakiye Sisteminin uygulandığı seçimlerin sonucunda Türkiye İşçi Partisi 14 milletvekilini meclise sokabilmişti. Hatta bu sebeple 1965 seçimlerinin ardından Milli Bakiye Sistemi rafa kaldırıldı.
12 Eylül rejiminin getirdiği seçim barajı; sosyalist, devrimci hareketleri yalnızca günün faşizm koşulları ile değil, kalıcı olarak siyasetin dışına itebilme amacı taşıyordu. Nitekim, 1983’ten bugüne geçen 41 yılda iktidara gelen hiçbir parti, kendilerine zararı dokunsa dahi seçim barajını kaldırmayı hedeflemedi.
Hakeza seçim barajı yalnızca sosyalistlerin temsiliyetini baskılamadı, demokratik temsiliyetin tamamen önünü tıkadı. AKP’nin iktidara geldiği 2002 seçimlerinde yalnızca iki parti seçim barajını geçebildiği için AKP yüzde 34 oyla iktidar partisi olurken, seçimde kullanılan oyların yüzde 46’sı ise mecliste temsil edilmedi.
12 Eylül rejiminin siyasi partiler yasasında yaptığı değişiklikler, seçim barajı ile sınırlı değildi. Partiler üzerindeki denetimin artırılması, parti kapatılma ve siyasi yasaklar ile kurulan baskının yanı sıra, siyasi parti tüzükleri de değiştirilerek, antidemokratik bir muhteva kazandırıldı. Bugün halen sürmekte olan sistem, parti genel başkanlarına partinin tüm kurulları üzerinde yetkiler tanıyarak, her partinin “kendi tek adamını” yaratabilmesinin önünü açtı. Bir defa genel başkan olan bir kişinin, parti teşkilatı üzerindeki yetkileri sayesinde şahsi iktidarını tahkim etmesinin önünü açan bu gelişme, kuşkusuz ülkede siyasetin dönüştürülmesine yönelik müdahalelerden biriydi.