Hatırlatmalar | Geçmişten bugüne: İktidarın çıkmazı saldırı siyaseti

Politika Kolektifi
Geçtiğimiz hafta Sırrı Süreyya Önder’in cenazesinde Özgür Özel’e yapılan saldırı sokaktan gelişen direniş ile siyasal alanda sıkışan tek adam rejiminin muhalefet üzerinden, toplumsal muhalefete verdiği bir gözdağı mesajı olarak değerlendirilebilir. Mesajın içeriği bu anlamda açıktır; “sokak siyasetini bırakın ve bizim bildiğimiz mindere gelin.” Siyaset uzun zamandır toplumdan kopuk siyasal elitler düzeyinde bir laf rekabeti üzerinden icra edilmekteydi. Tek adamlığın en iyi bildiği zemin de kuşkusuz siyasetin bu düzlemi. Özellikle devletin tüm araçlarını seferber eden AKP –meşruiyeti sorgulanır hale gelse de– bu durumun avantajıyla muhalefet karşısında hegemonik bir muhtevaya sahipti. 19 Mart sonrası gençlerden, kadınlara, emekçilere geniş kesimlerin siyasete dahil olması, özellikle ekonomik ve siyasal kriz içerisinde toplumsal meşruiyetini kaybeden rejimin dengesini bozdu. 19 Mart’tan bugüne siyasetin gündemini gençler başta olmak üzere rejime karşı sokakta direnen milyonlar belirliyor. Özgür Özel’e yönelik saldırıda tek adam rejiminin bu düzlemde verdiği bir refleks olma özelliği taşıyor. Bu saldırı Türkiye tarihinde bir ilk değil, böyle konjonktürlerde egemenler tarafından her kritik eşikte başvurulan bir yöntem olma özelliği taşıyor.
Türkiye’de siyasal iktidarlar ne zaman meşruiyetini kaybetse, iktidarını kaybetme korkusu yaşasa muhalefete yönelik saldırılar da arkasından gelir. Tabii bu saldırıların mahiyetinin devlet biçimi ve rejimle olan ilişkisi es geçilerek anlaşılması mümkün değildir. Tarihsel olarak egemenler tarafından hayata geçirilen bu yöntem; 1950 sonrası ABD emperyalizme bağımlılık çerçevesinde şekillenen ve emperyalizmin içsel bir olgu halini alarak devlet yapılanmasının içine kadar yerleştiği, özellikle baskı aygıtları içinde ordu, polis vb billurlaştığı ve baskıcı yönünün temel demokratik yönünün tali olduğu sömürge tipi faşist devlet biçimiyle ile yakından ilişkilidir.
Devletin bu yapısından kaynaklı saldırılar birbiriyle iç içe geçmiş ikili bir düzlemde vuku bulduğu söylenebilir. Birincisi; CIA ile iç içe geçmiş resmî, sivil kontgerilla aparatlarının faşist terör ve katliamlarla hayata geçirdiği saldırılarılardır. Bu saldırılar egemenler tarafından müesses nizamın devrimcilerin ve geniş emekçi halk kesimlerinin düzen dışı toplumsal direnişiyle sarsıldığı dönemlerde seferber edilmiş, şiddet dozu yüksek saldırılar olarak tarihe geçmiştir. 1977 1 Mayıs’ı; 16 Mart Beyazıt Katliamı; Bahçelievler Katliamı; Kahramanmaraş, Çorum katliamları; 1990’larda Madımak Katliamı; Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy’un öldürülmesi; 2000’lerde Hrant Dink’in katledilmesi ve onlarcası… Birçok devrimci, aydın, emekçi insan bu saldırılarla katledildi.
İkincisi; yine devlet biçiminin yapısal karakterinin belirleyiciliğinde egemen sınıf ittifakının gerek kendi içindeki çelişkili ve cılız yapısı, gerekse halk kesimleri ile olan çelişkileri geniş emekçi kesimlere en temel hak ve özgürlüklerine dair taviz vermekten bile uzak bir rejimin şekillenmesine neden olmuştur. Görece demokrasi; sandıkla sınırlı ince bir tül perdeden farksız bir karakterde icra edilmiştir. Hatta egemen sınıflarının egemenliklerinin daha da zora düştüğü, ipin ucunun kaçtığı dönemlerde açık faşist (Askerî Darbe) yöntemlere başvurulmuştur. İkinci vuku buluş biçimleri devlet biçimine bağlı olarak rejimin karakteriyle doğrudan ilişkili olmuştur. Buna bağlı olarak devletin tüm imkânlarını elinde bulunduran iktidar partisinin meşruiyetini kaybettiği, iktidarını kaybetme korkusu yaşadığı dönemlerde özellikle muhalefette bulunan siyasal elitlere yönelik hayata geçirilen saldırılar, suikast girişimleri bu ikinci düzleme örnektir. 1950’lerde DP döneminde iktidarın hedef göstermesiyle CHP genel başkanı İnönü’ye yapılan saldırılar, 1977’de MC hükümetinin toplumsal kesimler nezdinde bir seçenek olmaktan çıktığı bir konjonktürde yine CHP genel başkanı olan Ecevit’e yönelik organize saldırılar ve son olarak 2023 başkanlık seçimleri öncesi Kemal Kılıçdaroğlu’na yönelik saldırılar. Özgür Özel’e yönelen saldırı vesilesiyle Türkiye tarihinin belli kesitlerinde her iki düzlemde de vuku bulmuş örneklerden bazılarını hatırlatacağız.
***
MENDERES DÖNEMİNDE İNÖNÜ’YE YÖNELİK SALDIRILAR
1954 sonrası ekonomik ve siyasi kriz içerisinde meşruiyeti sorgulanmaya başlayan Demokrat Parti özellikle yasama ve yargı sopasını kullanarak muhalefet güçlerini baskı altına almaya, sindirmeye yönelik hamlelere girişmişti. Seçim yasası değiştirilerek radyo muhalif partilere kapatıldı. Memurların siyaset hakkı kısıtlandı. Yargıçlar ve profesörler emekliye sevk edildi. Basın yasası değiştirilerek kötü düşünceyi davet edecek haberler yasaklandı; bunun içine iktidara muhalefet eden bütün haberler giriyordu. Yasaya muhalefet edenlere yönelik cezalar ağırlaştırılmıştı, 238 gazeteci cezaevine atıldı. Gösteri ve yürüyüş yasası değiştirildi, her toplantı ve gösteri suç sayılarak kitleye ateş açılabilecekti. Buna paralel olarak CHP genel sekreteri Kasım Gülek tutuklandı. CHP ve CMP ittifakı seçim yasası değiştirilerek engellendi. CMP Genel Başkanı Osman Bölükbaşı tutuklandı. 1960’ta Tahkikat Komisyonu kuruldu ve yargıyı yasamayı baypas edecek denli geniş yetkilerle donatıldı. Komisyon aracılığıyla CHP’nin kapatılması ve toplumsal muhalefetin tamamen susturulması amaçlanıyordu.
Bu düzenlemelere paralel muhalefeti hedef gösteren bir söylem de seferber ediliyordu. Menderes her konuşmasında CHP’yi Haçlılara benzeterek düşman olduğunu ima ediyor, karınca gibi ezilmesi gerektiğini söyleyerek hedef gösteriyordu. Hedef göstermelerin sonucunda ilk saldırı Uşak’ta gerçekleşti. İsmet İnönü seçim gezisi için Uşak’a gitme kararı aldı. Olaylar İnönü Uşak’a gitmeden başladı. Köylerden gelen CHP’liler Uşak’a sokulmadı, Uşak valisi İnönü’nün arabasının Uşak’a sokulmamasını emretti. Hatta girmeye çalışması durumunda vur emri verdi. O gün İnönü’nün kaldığı ev kundaklandı. Tren istasyonunda İnönü’yü uğurlamaya giden CHP’liler ile önünü kesmek isteyen DP’liler arasında arbede yaşandı. DP’lilerin attığı taşla İnönü başından yaralanarak yere düştü.
4 Mayıs’ta İstanbul’da İnönü’nün arabası DP’liler tarafından taşa tutuldu. Benzer olaylar birbirini izledi. Bu saldırılardan en çarpıcılarından biri de 3 Nisan 1960’ta Kayseri’de yaşandı. İnönü heyeti CHP’nin Kayseri İl Kongresine giderken valilik tarafından kongre yasaklandı. İnönü’nün treni valilik emriyle askerler tarafından kuşatıldı, İnönü saatlerce bekletildi. Kayseri’ye giren İnönü bir gün sonra Yeşilhisar’a sokulmayarak tam dokuz saat askerî kordon altında tutuldu.
Sonuç olarak DP iktidarının muhalefete yönelik baskı ve sindirme politikaları başarılı olamadı. Gençliğin üniversitelerden gelişen ve geniş kesimlere ilham olan muhalefeti, kampüsleri aşarak sel olup meydanlara aktı. Tarihe 555 K olarak geçen gençliğin hürriyet talebiyle gerçekleştirdiği eylem, iktidarın uygulamalarına karşı en güçlü cevaplardan biri oldu.
***

MC İKTİDARI VE ECEVİT’E YÖNELİK SALDIRILAR
1977 yılına gelindiğinde Milliyetçi Cephe (MC) politikaları ekonomisinden siyasetine bir çıkmaz noktaya gelmişti. Hükümet ekonomik dar boğazı aşmak için emperyalist ülkeler, AID, Dünya Bankası gibi kurumlardan kredi istiyor ancak olumlu cevap alamıyordu. Ülke Demirel’in deyimiyle “70 Cent’e muhtaç hale gelmişti”. Milliyetçi Cephe koalisyonunun kendi içindeki çelişkileri egemen sınıfların sorunlarına çare bulmasında zorlanmasına neden oluyordu. Ekonomik ve siyasal kriz, faşist terör ve saldırılar halkın Milliyetçi Cephe hükümetine olan nefretini daha da perçinledi. Tekelci burjuvazinin iki büyük temsilcisi Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu Başkanı Halit Narin ve Sanayi Odası Başkanı Sakıp Sabancı tercihlerinin erken seçim olduğunu açıklamıştı. Tüm bu koşullar bağlamında koalisyonun büyük ortağı Adalet Partisi erken seçim çağrısı yaptı. CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit de erken seçim önerisini kabul etti. TMMB erken seçimin 5 Haziran 1977’de yapılacağını açıkladı.
Gençlerin, emekçilerin, köylülerin faşizme karşı sokaktan gelişen muhalefetine paralel CHP’nin toplumsal desteği de gitgide artmaktaydı. Haziran seçimlerini CHP’nin kazanacağı erken seçim kararının alındığı günden neredeyse belliydi. Erken seçim kararının ardından faşist terör hızla arttı. 5 Haziran’a yaklaşırken toplumsal ve siyasal karışıklık gittikçe derinleşti. Seçim dönemi boyunca adeta bir iç savaş ortamı yaratıldı. Nisan ayına gelindiğinde neredeyse faşist cinayetler artık günlük sıradan olaylar haline geldi. Bu dönem yaşanan önemli olaylar arasında Ecevit’in seçim gezileri sırasında gerçekleşen faşist saldırılar oldu.
Seçim gezilerine çıkan Ecevit 26 Nisan günü Tokat Niksar ilçesinde silahlı taşlı sopalı saldırıya uğradı. CHP’nin seçim otobüsü kurşunlanırken polis olaylara müdahale etmedi. Niksar olayları İçişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı MHP’li Ali Rıza Akdemir tarafından tertiplenmişti. Müsteşar olmadan önce bölgede “Komando Rıza” olarak tanınıyordu.
27 Nisan günü Niksar’dan sonra seçim gezisinin rotası Gümüşhane’nin Şiran ilçesi oldu. Şiran’da CHP kafilesi AP ve MHP’lilerin saldırısına uğradılar. Saldırıda 3’ü tabancayla olmak üzere 7 kişi yaralandı. Miting için Şiran’a giren Ecevit’in içinde bulunduğu otobüs ve diğer araçlardan oluşan konvoya AP ve MHP’liler taş ve sopalarla saldırdı. CHP’liler faşist grubu etkisiz hale getirmeye çalışınca faşistler kurşun sıkmaya başladı. Saldırı sırasında CHP’li bazı parlamenterler de yaralandı. Faşistlerin baltayla saldırdığı senatör Niyazi Ünsal ve Tunceli milletvekili çeşitli yerlerinden ağır yaralar aldı. Ecevit olaylar sonrası belediye binasına sığınarak Cumhurbaşkanını aradı ve “karşımda devleti bulamıyorum, kendi canımın değil, Şiran’daki can ve mal güvenliği bulunmayan vatandaşlarımın durumunu düşünüyorum” dedi ve yaralılar için helikopter yardımı istedi.
Ecevit’e yönelik saldırılar sonrasında da devam etti. 29 Mayıs günü Ecevit Ege seçim gezisi nedeniyle İzmir’e gelişi sırasında Çiğli Havaalanında bir toplum polisi tarafından suikasta uğradı. Ecevit suikasttan kıl payı kurtulurken İstanbul Belediye Başkanının kardeşi olayda yaralandı. 2 Haziran’da Demirel Ecevit’e gizli ibaresiyle bir mektup gönderdi. Mektupta Ecevit’in 3 Haziran’da Taksim’de yapacağı mitingde suikasta uğrayacağına dair haberler aldığını, mitingin yapılmamasının daha iyi olacağını bildiriyordu. Sheraton otelinin üst katlarından odalardan birinden Ecevit’e ateş açılacağının haberini veriyordu.
Ecevit mektubu aldıktan sonra mitingden bir gün önce TRT Radyosundan yaptığı konuşmada; “Söz verdiğim saatte ben ve eşim orada olacağız. Fakat bu koşullar altında kimsenin gelmesini isteyemem, sizden bir dileğim varsa o da yarın bize ne olursa olsun 5 Haziran’da herkesin sandık başına gidip oy vermesini istiyorum” dedi.
Ecevit’in mektubu kamuoyuyla paylaşmasıyla mektup bomba etkisi yarattı. Suikasta uğrama ihtimaline rağmen o gün Taksim Meydanı’na binler akın etti.
***

TÜRKEŞ’İN EMRETTİĞİ SUİKAST: KEMAL TÜRKLER
DİSK ve TİP’in kuruluşunda büyük emekleri olan, önce Maden-İş sonrasında DİSK Genel Başkanlığı yapan Kemal Türkler, 12 Eylül’e giden süreçte faşist saldırıların hedefi oldu. 1970’lerde Türkiye işçi sınıfının en sevilen liderlerinden olan Türkler, 15-16 Haziran hareketinin de önderlerindendi.
1980 yılına gelindiğinde Türkiye’deki devrimci hareketin ve sınıf mücadelesinin ilerleyişini durdurabilmek için her gün yeni bir faşist saldırı düzenleniyordu. Kemal Türkler, bu tarihte DİSK Genel Başkanlığını bıraksa da DİSK yöneticiliğine devam ediyordu. MHP’nin devrimci hareketi boğmak için DİSK yöneticilerini hedef alma stratejisi etrafında, doğrudan Türkeş’in emriyle suikasta uğradı.
12 Eylül’ün ardından MHP İstanbul davasında yargılanan Yılma Durak, Celal Adan ve diğer sanıklar Kemal Türkler’i planlayarak öldürdüklerini ifadelerinde itiraf etti.
Doğu’nun Başbuğu sıfatıyla anılan Yılma Durak, MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş’le Yakacık’taki evinde yaptığı görüşmede; Türkeş’in DİSK’i “komünist hareketin kaynağı” olarak tarif ettiğini ve “ot biçme” hareketi yaparak DİSK yöneticilerinin ölüm emrini verdiğini mahkemede itiraf etti.
Bu emrin ardından Berke İnanoğlu’nun yazıhanesinde yeniden bir araya gelindiğini ve Aydın Esen’in yaptığı keşif sonrası DİSK yöneticilerinin adreslerini belirlendiğini, bu adresleri Celal Adan’a yazdırdığını, Celal Adan’ın da MHP militanlarından Ünal Osmanağaoğlu, Abdülsamet Karakuş, Aydın Eryılmaz ve İsmet Koçak’ı Kemal Türkler’i öldürmek için görevlendirdiğini de ifadesinde anlatıyor.
Yılma Durak olaydan bir gün önce Celal Adan’la birlikte arabayla Bursa’ya gittiklerini, ertesi gün Uludağ’a çıkarken radyodan Kemal Türkler’in öldürüldüğü haberini dinlediklerini ve bu haberi duyan Celal Adan’ın “Bravo bizim çocuklara, bu ancak böyle olurdu” dediğini söylüyor.
Mahkeme sanıklarından Abdülsamet Karakuş ve Aydın Eryılmaz 16 yıl hapis cezasına çarpıtılırken, İsmet Koçak, Celal Adan, Alpaslan Türkeş ve Yılma Durak davadan beraat etti. Ünal Osmanağaoğlu ise devlet tarafından korunarak yıllarca kaçak yaşadı.
Ünal Osmanağaoğlu’nun Kemal Türkler’in katledilmesinde gönüllü olarak yer aldığı ifadeler doğrultusunda ortaya çıktı. Celal Adan ifadesinde bu olayla ilgili şunları söylüyordu; “Yılma bana Türkler’in adresini getirdi. Ertesi gün Ünal Osmanağaoğlu partiye geldi. Daha önce bana ve Yılma’ya eylem yapmak istediğini söylemişti. Kemal Türkler’in adresini verdim. ‘Yılma Bey’in haberi var, bu işi yapın’ dedim, kabul etti. Daha önce eylem yapmak istediğini söylediğinde bu iş için yeterli silahları olduğunu da söylemişti.”
Celal Adan’ın emir verdiği Ünal Osmanağaoğlu Ankara Bahçelievler’de 7 TİP’linin katledildiği davanın sanıklarından biri olarak da aranmaktaydı. Bu eylemden sonra Ünal Osmanağaoğlu kardeşi Taner Osmanağaoğlu’nun kimliği ile Avusturalya’ya kaçtı. 1989’da uyuşturucu kaçakçılığından yakalanarak sınır dışı edildi. 19 yıl aranan Osmanağaoğlu 1999 yılında bakanlıktan kiraladığı Güzel Çamlı Milli Parkı içindeki devlete ait olan bir çay bahçesinin işletmeciliğini yaparken yakalandı. Susurluk kazasından önce Abdullah Çatlı ve yanındakilerin Ünal Osmanağaoğlu’nun yanından gelirken kaza yaptıklarına dair iddialar ortaya atıldı.
Ülkeyi karanlığa sürükleyen aydınları, gençleri, sendikacıları, emekçi halk kesimlerini sokaklarda katleden çeteler ceza bir yana ABD emperyalizmi ve işbirlikçi egemen sınıflara verdikleri hizmetlerin karşılığında ödüllendirildiler. Celal Adan 21. dönemde DYP’den, 24-25-26-27-28. dönemlerde ise MHP’den milletvekili oldu. Bugün de meclis başkan vekilliği görevinde bulunmakla birlikte dalga geçer gibi adalet komisyonunda görev almaktadır. Ünal Osmanağaoğlu’nun kardeşi ve suç ortağı Taner Osmanağaoğlu ise 2 dönemdir MHP İzmir Milletvekilliği yapmaktadır.
***

’77 KANLI 1 MAYIS’I
Türkiye’de devrimci hareketin milyonlarca insanı örgütlediği, fabrikalarda, üniversitelerde, köylerde ve sokaklarda başka bir Türkiye mücadelesinin ülkeyi sardığı bir dönemde, ABD eliyle kurulan kontrgerilla, cumhuriyet tarihinin en kanlı saldırılarından birini örgütledi.
1 Mayıs sabahı Beşiktaş’ta yüz binlerce insan erken saatlerde toplanarak adı 1 Mayıs alanı olarak değiştirilen Taksim Meydanı’na yürümek için harekete geçti. Alanı gençlerden, işçilerden ve emekçilerden oluşan kitleler doldurdu. DİSK başkanı Kemal Türkler’in konuşmasını bitirmek ve son yürüyüş kolu alana girmek üzereyken, alanın Tarlabaşı tarafından duyulan üç el silah sesiyle katliamın fitili ateşlendi. Silah sesi sonrası miting alanının çevresindeki binalarda; Sular İdaresi ve Intercontinental Otel’inde pusuya yatan kişiler alandaki yüz binlerce insan üzerine otomatik silahlarla kurşun yağdırdılar. Yaylım ateşine paralel panzerler hücuma geçti. Ses bombaları ve otomatik silahların ateşi büyük bir panik yarattı. Kaçmaya çalışan birçok insan panzerlerin altında ve izdiham içinde sıkışarak can verdi. Panikle Kazancı yokuşuna sürüklenen binlerce kişi üzerine beyaz bir arabadan otomatik silahlarla ateş açıldı. Bu sırada yokuşa park edilen bir kamyon yolu tıkamıştı. Burada büyük bir izdiham meydana gelerek onlarca insan can verdi. Katliam başarıyla tamamlanmış; 41 insan katledilmişti.
Her ne kadar bu dönemde sol içerisindeki Çin-Sovyet tartışması, en genel anlamda da sol içi şiddetin en önemli unsuru olsa da 1 Mayıs günü düzenlenen saldırı, doğrudan MİT ve kontrgerilla tarafından tezgâhlanmıştı. Ana akım medya, yaşananların sol içi çatışmadan kaynaklandığını iddia ederek kontrgerillanın rolünü gizlemeye çalıştı. Oysa katliamın ardından yapılan araştırmalar ve incelemeler, saldırının miting alanında başlamadığını ortaya koyuyordu.
Dönemin MİT’ten sorumlu başkan yardımcısı Sadi Koçaş, konuya ilişkin olarak 1987 yılında verdiği röportajda; “1 Mayıs olayının o gün ortaya çıkmadığını, 1968-1969 ve 1970’lerden itibaren en az 7-8 senelik olayların bir birikimi olduğunu” iddia edecekti. Nitekim 1977 1 Mayıs’ı dönemin Türkiye’si için bir milat oldu. Faşist saldırı ve provokasyonların dozu yükseldi, Türkiye’de devrimci hareketin yükselişini durdurabilmek için Maraş’tan Çorum’a katliamlar düzenlendi. Bu saldırılar devrimci hareketi boğamayınca 12 Eylül darbesi yapıldı.
***

UĞUR MUMCU SUİKASTIYLA GİZLENEN HAKİKAT
’90’larda kontrgerilla eliyle düzenlenen aydın katliamlar arasından en sembolik olanlardan biri 24 Ocak 1993’te Uğur Mumcu’nun katledilmesiydi. Ömrünü siyasetteki yolsuzlukları, Türkiye’deki islamcı örgütlenmeler ve uluslararası ağlarını, kontrgerilla ve mafya faaliyetlerini ortaya çıkarmaya adayan, mesleğin en yürekli gazetecilerinden Uğur Mumcu, arabasına yerleştirilen bomba ile hayatını kaybetti.
Uğur Mumcu’nun çalışmaları, Türkiye’nin bugün dahi içinden çıkamadığı karanlığın hangi taşlarla döşendiğini çalışmalarında ortaya koyuyordu. ’80’lerin ikinci yarısından itibaren 12 Eylül rejiminin el altından palazlandırdığı ve yol verdiği İslamcı örgütlenmeleri araştırmaya başladı. Rabıta kitabında detaylandırdığı üzere, Suudi devletinin desteği ile kurulan, emperyalizmle müttefik İslamcılığın Türkiye’deki örgütlenmesinin üzerine gitti. Avrupa’ya gönderilen imamların maaşlarının Suudi devleti tarafından ödendiğini ortaya çıkardı. 12 Eylül ve siyasal İslam arasındaki ilişkiyi Rabıta kitabındaki şu ifade açıklıkla dile getiriyordu.
Mumcu, ’90’lı yılların başında ülkede çoğalan radikal İslamcı grup ve eylemlerin yanı sıra, Kürt sorununa dair de yazılarını artırdı. Ölümünden henüz bir yıl önce, bir başka aydın cinayetine kurban giden Musa Anter cinayetine de değindiği “Hizbulkontra” yazısında, Türkiye Hizbullahı ile kontrgerilla, İran ve Kürt sorunu arasındaki bağa işaret ediyordu. Öldürülmesinden hemen önce, PKK ve MİT arasındaki bağlantıyı araştırdığı bir kitap çalışması yapıyordu. Bir türlü faili bulunamayan, aydınlatılamayan cinayetin sebebi açıkça ortadaydı. 12 Eylül’den beri bu ülkenin hapsedildiği karanlığın mimarları arasındaki işbirliğini ortaya çıkarma yolunda hayatını kaybetti.
Ölümünün ardında İran Hizbullah’ından Türkiye Hizbullah’ına, kontrgerillaya kadar birçok farklı yapının ismi geçti. Ancak cinayetin hangi yapı tarafından, ne amaçla işlendiği hiçbir zaman tamamen açıklanamadı. Dönemin savcısı, Uğur Mumcu’nun eşi Güldal Mumcu’ya “Güldal Hanım üstüme gelmeyin. Namus borcumuz dediler, bugüne kadar hükümetin hiçbir üyesi dosyanın ne olduğunu bana sormadı. Bu işi devlet yapmıştır. Siyasi iktidar isterse çözer,” dedi.
Yine Güldal Mumcu’nun, dönemin İçişleri Bakanı Mehmet Ağar’a “Karşımıza sürekli engeller çıkarılıyor. Bir duvar örülüyor sanki. O zaman bir tuğla çekin duvar yıkılsın,” demesi üzerine Ağar, “Çekemem, yapamam,” dedi. Güldal Mumcu’nun “O zaman başkaları çeker, altında kalırsınız,” sözü üzerine ise “Ona kimsenin gücü yetmez,” diyor. Bugün örülen duvar büyüdü Saray oldu.
Ağar, cinayetten 3 yıl sonra Susurluk olayı üzerine istifa etti. 1998’de Ağar’ın Yüce Divan’da yargılanma yolu meclis komisyonunda oyçokluğu ile önlenebildi.
***

HRANT DİNK: AKP-FETHULLLAHÇI-ÜLKÜCÜ ORTAKLIĞINDA İŞLENEN CİNAYET
Agos gazetesi genel yayın yönetmeni, BirGün yazarı, barış mücadelesine ömrünü vermiş Ermeni yazar Hrant Dink, 19 Ocak 2007’te dönemin Agos binası önünde vurularak hayatını kaybetti. Katili Ogün Samast’ı tutuklayan polisler, birlikte Türk bayrağı ile fotoğraf verdi. Dink cinayetinden yalnızca birkaç gün önce yazdığı yazıda hedef alındığını, saldırıyı beklediğini yazmıştı. Dönemin AKP-Fethullahçı-Ülkücü ittifakı, bu ülkede Türk ve Ermeni halklarının barışı için tüm hayatını mücadeleyle geçirmiş bir aydınını bir kontrgerilla organizasyonuyla katletti.
Hrant Dink, henüz 1996 yılında, “Ermeni toplumu çok kapalı yaşıyor, kendimizi iyi anlatırsak önyargılar kırılır” şiarıyla hem Türkçe hem Ermenice yayın yapan Agos gazetesini çıkarmaya başlamıştı. Her iki ülkede de milliyetçilerin toplumsal düşmanlığı pompalamak için asla gündemlerinden düşürmediği 24 Nisan 1915 için;
“Paris’e gideceğim ve Concorde Meydanı’nda bir taşın üstüne çıkıp ‘1915’te Anadolu’da Ermenilere soykırım yapılmamıştır’ diye haykıracağım. Fransız devleti bir kolumdan yakalayıp çekecek. Sonra dönecek, Ankara’da Güven Parkı’nda bir taşın üstüne çıkıp ‘1915’te Anadolu’da Ermenilere soykırım yapılmıştır’ diye haykıracağım. Türkiye’de devlet öteki kolumdan tutup çekecek. Belki beni parçalayacaklar. Ama ben doğru bildiğimi söylemekten geri durmayacağım,” demişti.
Ömrü hayatı boyunca hem Ermeni hem de solcu olmanın, bu ülkeyi sevmenin bedelini ödese de inandıklarından vazgeçmemiş bir aydındı.
“Sözgelimi 1986 yılında Denizli 12. Piyade Alayı'na kısa dönem askerlik (sekiz ay) için gittiğimde, devremdeki tüm arkadaşlarıma yemin töreninden sonra erbaş rütbesi taktılar ve bir tek beni ayırıp er olarak bıraktılar. İki çocuk sahibi koca bir adamdım, umursamamam gerekiyordu belki. Üstelik bir tür rahatlık dahi sağlamıştı. Nöbet ya da daha zorlu görevler de verilmeyecekti. Amma ve lakin fena koymuştu bu ayrımcılık. Tören sonrasında herkes ailesiyle mutluluğunu paylaşırken, teneke barakanın arkasında, tek başıma iki saat boyunca ağladığımı hiç unutamıyorum.”
Öldürülmesinden önce “Türklüğü aşağılama” suçlamasıyla hakkındaki davalar ve takip eden tehdit mektupları ve telefonlar artmıştı. 2004 yılında Agos gazetesindeki yazı dizisi sebebiyle Türklüğü aşağılama suçundan dava açılmış, bilirkişi ise bir suç bulunmadığına hüküm vermişti. Ancak Yargıtay kararıyla Dink mahkûm edilmiş, bu kararın ardından aldığı tehditler ise hızla artmıştı.
Dink’in katledilmesi, dönemin kontrgerilla örgütlenmesindeki dönüşümün de bir özeti niteliğindeydi. Aynı yıl ilerleyen aylarda AKP ve Fethullahçı yargı eliyle Ergenekon-Balyoz operasyonları yapılacak, bu davalarla yargı, ordu ve emniyetin yanı sıra derin devlet içerisinde de kadro değişimi hızlanacaktı.
Dink’i öldüren Ogün Samast’ın talimat aldığı Yasin Hayal, 2004’te Trabzon’da gerçekleşen bir silahlı saldırıdan suçlu bulunmuştu. Yasin Hayal ile birlikte cinayeti kurgulayan Erhan Tuncel, geçmişte Trabzon Emniyet Müdürlüğü’ne muhbirlik yapmıştı. Tuncel, Hayal’in bu cinayet planını Trabzon Emniyet Müdürlüğü’ne öncesinde bildirdiğini iddia etti. Cinayetin ardından AKP “zamanın ruhu” ile yaşananları Ergenekon sürecinin parçası olduğunu iddia etti. Ancak bu dönemde Trabzon ve İstanbul emniyetindeki birçok üst düzey isim, gelecek yıllarda AKP ve Fethullahçılar arasındaki hesaplaşamaya “kurban” gitti, cinayet istihbaratını paylaşmamaları sebebiyle yargılandıkları davalar FETÖ ile birleştirildi.
Nitekim, AKP Dink cinayetini önce Ergenekon, sonra FETÖ diyerek kendi siyasi ajandasının parçası haline getirmek istedi. Ancak geçen 18 yılın gösterdiği üzere cinayet, o dönemde AKP’lilerin bizzat kadrolaşmasına yol verdiği Fethullahçıların yanı sıra, tasfiye edildiği söylenen ülkücü kontrgerillanın emniyetteki üst düzey isimleri ile birlikte, eski ve yeni tüm derin devlet ve dönemin iktidarının ortaklaşa icraatı idi.


