Google Play Store
App Store
Hatırlatmalar | Gerici katliamlar üzerine kurulan rejim

Politika Kolektifi 

LeMan dergisinde yayınlanan bir karikatür bahane edilerek bir kez daha din üzerinden bir kışkırtmaya şahit olduk. Benzerlerini ’60’larda Kanlı Pazar’larda ’70’lerin ikinci yarısında Maraş’lardan Çorum’lara uzanan katliamlarda gördüğümüz, ’93’te Sivas’ta 33 canımızın yakılarak katledilmesine, Bahriye Üçok’lardan Uğur Mumcu’lara aydınlarımızın katledilmesine uzanan, bu karanlık tezgâhlar faşist devlet yapısına bağlı bir kontrgerilla faaliyete olarak süregeldi…

Devrimci, ilerici hareketlerin bastırılması, ülkenin Amerikan güdümlü bir siyasal İslamcılık hâkimiyetine sokulmasında bu tür girişimlerin de önemli bir payı oldu.

12 Mart’lar 12 Eylül’ler bu güçler eliyle yaratılan iç savaşın bir parçası olarak hayata geçirilirken, AKP’nin iktidara getirilmesinde de Sivas katliamı önemli kilometre taşlarından birisi oldu.

***

Bugün de azınlıkta kalan ve tüm baskılara rağmen halk muhalefetinin direncini kıramayan iktidar, dini istismar ederek bir toplumsal teyakkuz yaratmaya, bu yolla tabandaki canlılığını artırmaya çalışıyor…

LeMan’daki karikatür üzerinden koparılmaya çalışılan fırtına da bu çok yönlü saldırının, sokakları kontrol altına almaya yönelik hamlelerinden birisi olarak gerçekleştirildi.

Saray’ın danışmanlarından medyasına uzanan bir kışkırtma sonrası, İBDA-C ve diğer şeriatçı odakların çağrıları eşliğinde gerçekleştirilen bu hareket, polislerin koruması altında LeMan bürosuna saldırılar ve işkence eşliğindeki gözaltıların bizatihi İçişleri Bakanı aracılığıyla sunumuna kadar uzandı…

***

Bu örgütlü çağrıya karşılık, şeriatçı azınlığın toplumda istedikleri etkiyi yaratamadıkları da ortada. İstiklal’den Taksim Cami’ne uzanan iki günlük çağrılar çok sınırlı bir katılımın ötesine geçemedi.

Dahası toplumda istedikleri çatışma ve kutuplaşmayı yaratmakta da yetersiz kaldı. Bu bir yanıyla rejimin meşruiyet ve inandırıcılığın tüm kurum ve yapılarıyla birlikte gerilemiş hatta bir çöküş içinde olmasının bir göstergesi oldu.

Öte yandan iktidarın İsrail’le kurduğu ilişkinin kendi tabanında yarattığı kırılma da burada kendini gösterdi. Hatta belki bu LeMan kışkırtması bir yanıyla da Filistin mücadelesinde kaybedilen, bu şeriatçı dinci hegemonyanın yeniden canlı biçimde kazanılması için de bir fırsat olarak kollandığını ancak sonucun istenildiği gibi olmadığı da söylenebilir.

Bu rejimin toplumsal tabanının zayıfladığının yeni bir göstergesi olduğu kadar, çelik çekirdeğindeki örtük çatlağın da, bu teyakkuza katılmaktaki bir isteksizlik olarak da kendini gösterdiğini de söylemek mümkün.

***

Bununla birlikte yaşadıklarımız sokağa çıkan-çıkmayan güçleriyle, siyasal İslamcılığın ülkenin geleceği için nasıl bir tehlike olduğunun yeni bir işareti oldu.

Polislerin kontrolü altında “Kemalist Köpekler Hesap Verececek” sloganlarıyla, Sivas Katliamı’nın bir gün öncesinde olduğu gibi “öldürelim” çağrıları yükseltildi.

Tek adam rejimi altında bütün tarikat ve cemaatler büyütülürken, Suriye’de cihatçılarla ittifak içinde yürütülen savaşın parçası olarak ülkemiz de bir savaş üssü haline getirildi.

Bu asla küçümsenmemesi gereken bir tehlike. Tek adam rejiminin bir sokak gücü olmasının yanı sıra, devletin tüm kurumlarına yerleşmiş bir devlet gerçeği olarak da karşımızda duruyor.

ABD’nin BOP projesi ekseninde ülkemizin siyasal İslamcı rejime dönüştürülmesi sürecinin de parçası olarak gelişen bu tüm bu karanlık odaklar şimdi de İran’a yönelik ABD-İsrail seferberliğinin bir aparatı olarak işlevlendiriliyor.

Bir yanımız böyle karanlık içindeyken, bunun karşısında toplumun büyük çoğunluğunun buna karşı çıkmaya devam ettiği bir ülke gerçekliği içindeyiz.

Hızla bir kırılma noktasına doğru ilerleyen bu saflaşma ve mücadele içinde tüm direnme dinamiklerinin birleşik mücadelesi kadar, her alanda örgütlenmelerin çoğaltılması da bir zorunluluk olarak kendisini dayatıyor.

Böyle bir hareket muhalefetin de tüm saldırı alanları içinde, toplumun emeklilerden gençlere, öğretmenlerinden köylülere kadar her alanda yükselen talepleri etrafında muhalefetin içeriklendirilmesi ihtiyacını da gösteriyor.

Bu azınlık iktidarı ve onun karanlık güçlerinin tüm devlet imkânlarını arkasına alarak yürüttükleri saldırılara karşı her alanda birlik, mücadele ve dayanışmayı büyüterek bu ablukayı dağıtacağız, başka yolu yok...

***

12 EYLÜL ÖNCESİ MEZHEPÇİ PROVOKASYONLAR

Türkiye’de 27 Mayıs sonrası yaşanan toplumsal ayağa kalkışın, 12 Mart ile kesintiye uğratılmaya çalışılan devrimci dönüşüm ile birleşerek kitleselleşmesine karşı yürütülen faşist provokasyonlar, ’70’lerin ikinci yarısında yeni bir karakter kazandı. 1 Mayıs 1977 katliamı ile boyut atlayan kontrgerilla saldırılarının yanı sıra, doğrudan ABD’nin devlet içerisinde konuşlandırdığı Özel Harekât Dairesinin teşkilatlandırdığı ülkücü çeteler, ülke çapında üniversite öğrencilerini, işçilere, köylüleri ve aydınları hedef aldıran saldırılarını hızlandırdı. Bu saldırılara karşın, devrimci hareket içerisinde örgütlenen halk kesimlerinin antifaşist direniş komiteleri biçimindeki öz savunması, kontrgerilla saldırılarını da yeni bir biçime zorladı. 1977 sonrasında Türkiye’nin çeşitli vilayetlerinde kışkırtılmak istenen mezhepçi provokasyonlar, Alevi mahallelerinin ve köylerinin hedef alındığı saldırılarla artık yalnızca toplumun örgütlü ve devrimci kesimleri değil, bizatihi bütünlüğü hedef alınmaya başlandı. Bu dönemde, ABD’nin Türkiye Büyükelçiliğinde görevli Robert Alexander Peck de Çorum, Amasya ve Tokat’ı gezmiş, Çorum’da CHP’li belediye başkanının yanı sıra, vali ve MHP’li il yöneticileriyle görüşmeler gerçekleştirmiştir. Peck’in geçtiği her yerde mezhep çatışması çıkarmaya yönelik provokasyonlar yaşanması, tüm bu düzeneği doğrudan Amerikancı kontrgerillanın planladığını ortaya koymaktadır. Kontrgerilla eliyle örgütlendiği yıllar sonra açıkça itiraf edilen birçok provokasyon, kimi koşullarda devrimcilerin direnişiyle önlenebilirken, Maraş gibi acı örnekleri de toplumsal tarihimize taşıdı. Tüm bu saldırı ve provokasyonlar karşısında düzen siyasetinin tutumunu ise “Bana sağcılar suç işliyor dedirtemezsiniz”, “Çorum’u bırak Fatsa’ya bak” sözleri özetliyordu. Mezhepçi saiklerle örgütlenen, ülkücülerin İslamcı çetelerle ortaklaşa düzenlediği saldırıların yoğunlaştığı 1978 yılında, ilk hedefte Malatya vardı.

***

NİSAN 1978: MALATYA’DA İRTICAİ AYAKLANMA

’60’lardan beri ülkücü ve İslamcı çetelerin kentteki Alevilere ve devrimci kesimlere yönelik birçok saldırısının gerçekleştiği Malatya’da, 17 Nisan 1978 yılında “Hamido” lakaplı, Bulgurlu aşiretinden Malatya Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu, gelini ve iki torununun, evine gönderilen bombalı paketle katledilmesi, kentte oluşturulmaya çalışılan gerilimi yeni bir boyuta taşıdı. Son seçimde MHP, MSP ve Adalet Partisinin ortak desteği ile CHP’ye karşı seçimi kazanan Fendoğlu’nu öldüren paketin Ankara’dan gönderildiği, aynı tipten bombaların eşzamanlı olarak Malatya CHP İl Başkanı, Vali Yardımcısı ve Alevi bir dinsel lidere gönderildiği kısa zamanda tespit edildi. Hatta gelecekte AKP’nin de İçişleri Bakanlığını yapacak olan Sünni aşiret mensubu ve dönemin Malatya Vali Yardımcısı Abdülkadir Aksu’ya gönderilen paketi açan bir postacı da patlama sebebiyle hayatını kaybetti. Araştırmacılar, bombalı paketin Ankara’dan getirildiği tespit etmenin yanı sıra, bu tip bir düzeneğin ancak Nükleer Araştırma Merkezinde üretilebileceğini belirtmesinin ardından, tesiste çalışan eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı Muharrem Şemsek ve iki diğer çalışan gözaltına alınmış, ancak kısa süre sonra serbest bırakıldı.

Bu karanlık saldırıya dair bulgular bir MHP provokasyonuna işaret etse de Demirel’den Türkeş’e sağcı liderlerin, İslamcı gazetelerin hedef göstermesiyle hızla şehirdeki Alevileri, devrimcileri hedef alan bir linçe dönüştü. Ülkücü Gençlik Dernekleri ve İlim Yayma Derneği ortak bildirisiyle, “İslam İçin Silaha Sarılma” başlıklı bildiriler dağıtıldı. Fendoğlu’nun katledilmesinin ardından şehirde toplanan kalabalık, İslamcı ve ülkücülerin yönlendirmesiyle Alevi mahallelerini, sol gazeteleri, devrimcilerin olduğu bilinen ev ve işyerlerini hedef aldı. Emniyet ve askerin üç gün boyunca müdahale etmediği saldırılarda, saldırganlar tarafından 14-15 yaşlarındaki 3 lise öğrencisi doğrudan hedef alınarak katledildi. Saldırgan kitle içerisinden bir kişinin nereden geldiği belirsiz bir kurşunla hayatını kaybetmesi, sonrasında JİTEM’i kuracak kontrgerilla lideri ve dönemin Jandarma Komando Birliği Komutanı Arif Doğan’ın yine sebebi tespit edilmeyen bir biçimde yaralanması, saldırıları yoğunlaştırdı. Silahlı ve maskeli saldırganların yer aldığı linç girişimlerinde tüm şehir İslamcı ve ülkücü çetelerin savaş alanına dönüştü, Malatya CHP İl Başkanlığının yanı sıra TÖB-DER, TÜM-DER ve Tütüncüler Derneği gibi emek örgütleri de hedef alındı. 3 gün boyunca tüm şehre yayılan saldırıların şiddetini artırabilmek için İslamcılar, Alevi ve solcuların kentin suyuna zehir kattığını dahi iddia etti.

Toplamda 8 kişinin yaşamını kaybettiği, 100’den fazlasının yaralandığı, sonraki gözlemlere göre ise 1000 kadar işyeri ve evin tahrip edildiği saldırılar, başından itibaren Demirel ve Türkeş’in provokasyonları ile gerçekleşti. Fendoğlu’nun öldürülmesine yönelik olarak Demirel "Hadiselerin altında komünizm, yıkıcılık ve bölücülüğün bulunduğunu henüz hükûmet hiç dillerine almıyor. Türkiye'yi rahatsız eden gerçek sebep budur... Bu olayların gerçek sebebini anlamaktan âciz bulunan hükûmetin gaflet uykusundan uyanması için daha kaç vatandaşımız can verecektir? Bu hükûmet gaflet uykusundadır…” ifadeleriyle doğrudan Alevi ve devrimci kesimleri hedef aldı

Malatya’da yaşanan ve 3 gün boyunca kontrol altına alınmayan saldırı ve linç girişimleri, kentteki Alevi nüfusun mecburi göçüyle sonuçlandı. Ancak Malatya’da yaşananlar son değil, karanlık bir dönemin başlangıcı oldu.

***

3 EYLÜL SİVAS PROVOKASYONU

1978 yılında başlatılan mezhepçi provokasyon ve saldırıların hedefindeki şehirlerden biri de Sivas’tı. Ramazan bayramı arifesi olan 3 Eylül tarihinde Alevilerin yoğunlukta yaşadığı Alibaba köyünde, bir yaşlı ve çocuğa iki ülkücü komandonun saldırısı sonrası mahalle halkı tarafından kovulmaları, kentin Sünni yoğunluklu kesimlerinde önce “Alevi-Sünni çocukların kavgası”, ardından “Aleviler camilere saldırılıyor” iftiralarıyla hızla bir provokasyona dönüştürüldü. Olaydan sonraki gün aynı saldırganlar yeniden köye girerek pazar tezgâhlarına saldırıp, iki savunmasız kadını katlederek başlattığı çatışmada, kentin birçok yerinde Sünni yoğunluklu yaşayan köy ve mahallelerden kitleler, ülkücü-İslamcı çetelerin yönlendirmesiyle Alevi ve devrimcilerin yoğunlukta olduğu bölgelere saldırıya geçti. Ev ve işyerlerine otomatik tüfeklerle ve benzinle saldırılar düzenlenmiş, olayların sonucunda 11 kişi yaşamını kaybederken, 93 kişi yaralanmış, 97 konut ve 350 işyeri saldırıya uğramıştı. Güvenlik güçlerinin müdahalede yetersiz kaldığı iddiasıyla çevre illerden destek kuvvetler istenmiş, saldırılar kesin olarak ancak 11 Eylül günü sonlanabilmiştir. O yılın Ramazan bayramına denk gelen aynı tarihlerde Maraş ve Elazığ’da toplam 15 kişinin ülkücü-İslamcı çeteler tarafından katledilmesi, saldırıların organize karakterini gözler önüne sermekteydi.

***

MARAŞ KATLİAMI

19 Aralık 1978 günü Sovyetler karşıtı Güneş Ne Zaman Doğacak filminin gösterildiği Çiçek sinemasına Ökkeş Kenger tarafından dinamit atılarak solcuların yaptığı görüntüsü verilmeye çalışıldı. Dinamitin patlamasıyla birlikte arka sırada oturan 20-25 kişilik bir grup “Müslüman Türkiye” ve “Kanımız Aksa’da Zafer İslam’ın” sloganları atmaya başladı. Sinemadan çıkan 200-300 kişilik grup yakındaki CHP il merkezi ve PTT binasını taşladılar. 20 Aralık günü Alevi şahıslar tarafından işletilen Akın Kıraathanesi bombalandı.

21 Aralık günü TÖB-DER’li Hacı Çolak ve Mustafa Yüzbaşıoğlu sokakta vuruldu. 22 Aralık günü vurulan öğretmenlerin cenaze törenine MHP ve Ülkü Ocaklarının yönlendirdiği gruplar tarafından “Komünistlerin ve Alevilerin cenaze namazı kılınmaz” sloganları atarak taş ve sopalarla saldırdılar. Kolluk kuvvetleri saldırganlara müdahale etmezken solcu ve Alevi yurttaşlara ait işyerlerine saldırdılar. Olaylarda 3 kişi ölürken çok daha fazla kişi de yaralandı. 23-24 Aralık tarihlerinde silahlı baltalı saldırganlar solcuların, Alevilerin evlerini yaktılar, ellerine geçirdiklerini kadın-çocuk demeden öldürdüler.

Özellikle Alevilerin yoğun olduğu mahalleri uzun menzilli silahlarla taradılar. Bununla da yetinmeyerek devlet hastanesine gelen yaralılara ateş açtılar. Bütün bunlar olurken kolluk kuvvetleri ve Ankara katliama seyirci kaldı. Demirel, katliamın ardından, ülkücülerin vahşi saldırıları tüm vahşetiyle basına yansımasına rağmen; “Bana ‘sağcılar ve milliyetçiler cinayet işliyor’ dedirtemezsiniz” diyecekti. Dönemin önde gelen sağcı gazetelerinden Tercüman’da ise hamile kadınların çocuklarıyla birlikte öldürülüşünün belgelendiği katliamlar “Binicisini beğenmeyen asil bir kısrağın şahlanışı” olarak nitelenecekti. Olayın ardından 17 Ocak 1979 yılında hazırlanan MİT raporunda da ülkücülerin örgütlediği açıkça belirtiliyordu; Olaylar, ülkücülerin olaylardan 2-3 hafta önce MHP Kahramanmaraş il örgütünde MHP K. Maraş yöneticileri ile Ülkücü Gençlik Derneği (ÜGD) mensuplarının katılması ile yapılan bir toplantıda planlanmıştır. Toplantıya ÜGD Genel Merkezi’nden bir yetkili de katılmıştır. (Büyük ihtimalle Sefa Şevkat Çetin) Toplantıda K. Maraş’taki Aleviler’in ve bunları destekleyen sol grubun son zamanlarda ülkücü ve Sünniler üzerindeki baskılarını artırdıkları gerekçesiyle, bunlara bir ders vermenin zamanı geldiği belirtilerek, ilk önce sol gruba mensup Alevilerin meskûn bulunduğu mahallelerde, ileri gelenlerin adresleri tespit edilmiş daha sonra tespit edilen adreslere eylem yapacak şahıslar belirlenmiştir. Daha önce Malatya ve Sivas’ta sahneye konularak provası yapılmış, tecrübe kazanılmış bu katliamda mahkeme tutanaklarında görüldüğü şekliyle katliamdan önce saldırılacak evlerin MHP’liler tarafından işaretlenmesi, hangi evde ne kadar silah olduğunun araştırılması, katliam için çevre illerden, ilçelerden insan getirilmesi örgütlü bir hazırlığın göstergesi. Keza saldırıdan günler önce 26 saldırganın, Piyango Bayi görünümü ile şehre getirildiği ortaya çıkmıştı.

Kontrgerilla kitaplarında yazıldığı biçimiyle o günkü Türkiye’de MHP’li faşistler eliyle yaratmak istedikleri ortama hizmet ettiğinin kanıtı, katliamın siyaseti nasıl dönüştürdüğü oldu. CHP’nin tek parti iktidarına geldiği 1978 yılında başlatılan tüm bu olaylar, askerin iktidara ortak olduğu sıkıyönetimle sonuçlandı ve egemen sınıfların istediği askerî darbeye gidin sürecin önemli bir halkası oldu.

***

DEVRİMCİLERİN ÖNLEDİĞİ KATLİAM: ÇORUM

1979 yılının sonuna gelindiğinde Türkiye’de Amerika’nın, CİA ve Kont-gerilla örgütlerinin yaratmak istediği ortam yaratılmıştı. Bu ortamı yaratmak için uzun süre faşist terör cinayet ve katliamlarla uygulanmış iş savaş politikaları toplumu istenen psikolojik koşullara sürüklemişti.

Çorum katliamı bu anlamda resmî-sivil faşist güçlerin devlet eliyle yukarıdan organize edildiği en çarpıcı örneklerden biridir. 1980 yılının başlarında Çorum’da sırasıyla emniyet müdürü, Milli Eğitim müdürü ve vali ya doğrudan MHP’li ya da AP’ye ve MHP’ye yakın isimlerle değiştirilmiş, şehirde görev yapan ve ülkücü çetelerle ilişkisi bulunmayan kırka yakın emniyet mensubu başka şehirlere tayin edilmiştir. Katliamın ne kadar kapsamlı planlandığının en önemli örneklerinden biri, kanlı provokasyondan henüz aylar önce devlet bürokrasisinde, bu türden bir saldırıya yön verecek ve destekleyecek kadroların bu şekilde atanmasıdır.

1980 Mayıs ayında, 19 Mayıs gösterilerinde görev alan kız öğrencilerin giyimi üzerinden bir provokasyon denenmiş, İslamcı Gençlik imzası ile halka dağıtılan bildiride cihat çağrısı yapılmıştı.

Ne var ki Maraş’ta “Süngüyle ana karnında çocuk çıkaran” ülkücü katiller, bu provokasyondan istediklerini alamamıştı. Ancak, yalnızca on gün sonra, hükümetteki MHP’li bakan Gün Sazak’ın ölümü bahane edilerek, Çorum’daki provokasyonlar yeni bir motivasyon kazandı.

Sazak’ın öldürülmesinden henüz bir gün sonra, 28 Mayıs 1980’de kalabalık bir faşist grup “Kana kan İntikam”, “Zafer İslam’ın” sloganlarıyla kent merkezinde Alevilere ait işyerlerini yakmaya girişti. Askerin etkisiz müdahalesi, saldırıları durdurmayınca, çevre illerden faşistler desteğe geldi, yolları kapatarak Çorum’da Alevilere ve devrimcilere saldırılara devam etti. Devrimciler, örgütlü oldukları mahallelerde barikatlar kurarak direnişe geçince, Çorum’un yeni valisi sokağa çıkma yasağı ilan ederek, askerden barikatları kaldırmasını ister. Ancak faşistlerin saldırılarına karşın kurulan barikatları, halk kaldırmamakta direnir. Nitekim bir mahallede barikatı aşan faşistler arabayla daldıkları bütün bir sokağı tararlar.

“BARİKATLARI YIKARSANIZ BU İŞ BİTER”

Devrimcilerin örgütlediği mahalle komitelerinin bir ürünü olan barikatlar, Çorum’daki faşist saldırıların Maraş’a benzer bir katliama dönüşmemiş olmasının yegâne sebebidir. Nitekim, kentte güvenliği sağlamakla görevlendirilen ve nispeten tarafsız bir tutum izleyen tugay komutanı Şahabettin Esengün, yıllar sonra Nokta dergisine yaptığı bir açıklamada, “Bir sağ partiye mensup milletvekili bana barikatları yararsınız, bertaraf edersiniz, bu iş de burada biter” diyerek devrimcilerin kurduğu barikatları yarması için baskı yaptıklarını açıklamıştır.

Devrimcilerin halkla birlikte kurduğu mahalle komitelerinin aktif direnişi, Mayıs-Haziran aylarında kontrgerillanın planladığı gibi bir katliama izin vermediği gibi, giderek de hükümet tarafında rahatsızlık yaratmaya başlamıştı. İçişleri Bakan Vekili Orhan Eren ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun Çorum’a geldiklerinde, barikatların kaldırılması için tanklarla Alevilerin yoğunlukta olduğu Milönü mahallesine girilmesini teklif etmiş, CHP’li milletvekillerinin araya girilmesi ile konuyu diyalogla çözmeye gidilmişti.

Sonuçta, bir komite oluşturularak Milönü’nde barikat kuran halkla görüşülmüş, can güvenlikleri için güvence verilmesi sonucu barikatlar kaldırılmıştır. Ancak verilen sözler 1 ay bile tutulmamıştır.

Barikatların kaldırılmasının ardından MHP’liler yeniden saldırı hazırlığına girişirler. AP ve CHP’li Çorum İl Başkanları Vali ile görüşerek MHP’lilerin saldırı hazırlıklarına karşı uyarıda bulunur.

Nitekim 1 Temmuz günü faşistler yeniden saldırıya geçer. Silahlı ülkücülerin, CHP’li ve sol görüşlü yurttaşların evlerine yaptıkları saldırılar sonucu 4 yurttaş hayatını kaybeder, çatışmalar yeniden kent geneline yayılır.

Mayıs ayındaki provokasyon ve saldırılardan hazırlıklı olan halk, yeniden barikatları kurar. 2-3 Temmuz günleri saldırmaya devam eden faşistler, 50’den fazla işyerini tahrip eder ve 8 kişiyi yaralar. Vali sokağa çıkma yasağı ilan eder. Ancak yasak tek taraflı uygulanır, uymayan devrimciler gözaltına alınırken, faşistler serbestçe saldırılarına devam eder. Devlet desteğinin bu kez çok daha açık olduğu saldırıların ilk üç gününde direncin kırılamaması ve bir katliama dönüşememesi sonucunda ise 4 Temmuz’da bilindik provokasyona başvurulacaktı:

“Aleviler cami bombaladı.”

4 Temmuz Cuma günü valilik, tüm uyarılara karşın sokağa çıkma yasağını kaldırır. Maraş’ta da olayların cuma namazı üzerine alevlendiğinin bilincindeki belediye başkanı Kılıçoğlu, şehre giren MHP’lilerdeki artıştan ve aralarındaki “Cumayı bekleyin” şifreli konuşmalarını valiye aktarır. Ancak vali bildiğini okur ve adeta katliamın önünde engel kalmaması için sokağa çıkma yasağını kaldırır. Bunun üzerine ülkücüler, Cuma namazı çıkışlarına giderek “Aleviler Alaaddin Camiini bombaladı” yalanıyla halkı galeyana getirmeye çalışır. Böylece önceki günlerden daha büyük bir kalabalık toplayarak halkın direncini kırmak isteyen faşistler ise isteklerine ulaşamaz. Camiye yaklaştıkça herhangi bir yangının olmadığını görüp provokasyonun farkına varan yurttaşlar kalabalıktan dağılır. Ancak mayıs ayındaki saldırılardan beri çevre illerden de gelen desteklerle şehirde örgütlü oldukları bölgelerde uzun süredir hazırlıktadır. 4 Temmuz günü

Çorum’da olan gazeteci Saygı Öztürk; o gün silahlı ülkücü çetelerin katliam hazırlığına dair tanıklığını şu şekilde hatırlıyor: “Çorum Sosyal Sigortalar Kurumu Hastanesi belli bir grubun üssü olarak kullanılıyor. Silahlar buraya sokuluyor, bodrum katında işkenceler yapılıyor.”

Faşistler, barikatları aşamasa da tuttukları sokaklarda buldukları Alevi yurttaşları kaçırarak işkence yapıyor ve öldürüyordu. Apartman çatılarında mevzilenen uzun namlulu silahlarla ev ve işyerlerine ateş açıyorlardı. Tüm bunlar olurken, polis ise faşistlerle birlikte halka saldırıyor, Alevi yurttaşların evlerini kurşunluyordu.

4 Temmuz günü yaşanan saldırıların ardından valilik yeniden sokağa çıkma yasağı ilan ederken, İçişleri Bakanı, Emniyet Genel Müdürü ve Jandarma Genel Komutanı helikopterle şehre geldi. Sokağa çıkma yasağının ardından asker hem barikatları hem de faşistlerin tuttukları mevzileri dağıtma yoluna girdi.

Ülkücü çetelerin, polisin panzerlerle verdiği desteğe rağmen halkın direnişini kıramayışı sonucu istenen başarılamamış, ancak yine de olayların sonucunda 57 yurttaş hayatını kaybetmişti. Çorum’da istediğini alamayan ülkücüler, tüm ülke çapında kan kusturmaya başlar; Ankara, Manisa, Eskişehir, Bursa, Adana, Sakarya, İzmir, Çorum, Merzifon, Artvin, Kars, Diyarbakır, Kütahya, Trabzon, Sivas, Kırşehir Ordu, Samsun’ da öldürme, bombalama olayları gerçekleşir. 1978 yılından 1980’e kadar tüm Türkiye genelinde başta mezhepçi katliamlar, aydınlara yönelik saldırılarla birlikte, kontrgerillanın darbe için gerekli koşulları kanla hazırladığı karanlık bir evreye girilir.

***

’90’LARDAN BUGÜNE PROVOKASYON VE KATLİAMLAR

12 Eylül koşullarını hazırlayan dinci-gerici provokasyon ve katliamlar, darbe koşullarının zayıfladığı, devrimci mücadele ve toplumsal muhalefetin yeniden filizlenmeye başladığı ’90’larda yeniden devreye sokuldu. 12 Eylül sonrasındaki tüm katliam, işkence, yasak ve yapısal dönüşümlere rağmen, ’80’ler sonunda referandumla siyaset yasaklarının kaldırılması, SHP’nin zaferi, yeniden yükselen öğrenci hareketleri ve ’89 İşçi Baharı, başka bir ülke mücadelesinin silinemeyeceğinin kanıtı oldu. Tam da bu sebeple, başta ’70’lerin ülkücü çeteleri gibi kontrgerilla aygıtlarıyla yeni bir karanlık dönemin önü açıldı. Neoliberal sistemle, emperyalizmle çelişkili sol, Kemalist aydınlar katliamların hedefi oldu, Madımak’ta 35 insanımız, Maraş ve Çorum’daki aynı taktik ve provokasyonlarla, ülkücü-İslamcı çeteler eliyle katledildi.

7 Mart 1990’da gazeteci Çetin Emeç, arabasında kurşunlanarak katledildi. Saldırıyı Türk-İslam Tugayları isimli örgüt üstlendi. 4 Eylül 1990’da İslam’ın kökenine dair araştırmaları sebebiyle hedef alınan yazar Turan Dursun, evinin önünde uğradığı silahlı saldırıda yaşamını kaybetti. Bu saldırıyı da İslami Hareket Örgütü üstlendi. 6 Ekim 1990’da İslamcı örgütlenmelerin hedef gösterdiği Bahriye Üçok, evine gönderilen bombalı paketle katledildi. İslami Hareket Örgütü, “tesettür konusundaki düşünceleri yüzünden” Üçok’u “cezalandırdıklarını” açıkladı.

Sayısız aydının, gazetecinin, Alevi ve devrimci kesimlerin hedef aldığı bu karanlığın sonucu, toplumun muhafazakâr-laik kesişiminde bölünmesi, İslamcı çetelerin siyasal meşruiyet kazanması, sistem muhalifi sol aydınların tasfiyesi, nihayetinde de ’80’ler sonunda başlayan toplumsal muhalefetin sokaktan çekilmesi oldu. Tüm bu müdahaleler, sonucunda bugün içinde yaşadığımız karanlığa zemin oluşturdu. Geçtiğimiz 23 yılda da aynı mezhepçi saldırganlık farklı biçimlerde kendisini göstermeye devam ediyor. Yapılması gereken, bu toplumun Alevi-Sünni, Türk-Kürt tüm kesimleriyle birleşen, bütüncül bir halk muhalefetini yaratabilmek.