Hatırlatmalar | İki 12 Eylül bir ABD
“12 Eylül darbesine karşı mücadele eden topluluğun bir bireyi olarak kendimi 12 Eylül mağduru olarak görmüyorum. Türkiye’nin o günkü mevcut düzenine karşı, o faşist diktatörlüğe karşı mücadele ettik, onun bir bedeli varsa bunu ödedik. Ölenlerimiz de ödedi canlarıyla, cezaevlerinde işkencelerle ödedik. Burada bir mağduriyet söz konusu değildir. Biz 12 Eylül’ün muhatabıyız.”
Hazırlayan: Yol Politika Kolektifi
Biri doğrudan siyasal İslamcılığı devlet politikası haline getiren 12 Eylül 1980 darbesinden, diğeri Refah’ın karşısından ve içinden ABD ile doğrudan uyumlu, kimi çelişkileri ortadan kaldırılmış bir iktidar arayışı olarak 28 Şubat gibi iki darbenin ürünü olan AKP iktidara getirilme sürecinden itibaren ABD’nin Ortadoğu politikaları çerçevesinde konumlanmasına rağmen kimi zaman milli, bugün işleyen herhangi bir demokratik kurum bırakmayan bir tek adam rejimiyle ülkeyi yönetmesine rağmen kimi zaman demokrat olarak adlandırıldığı yıllar geçirdi.
Bugünün tek adam rejimine giden yolun en önemli köşe taşlarından biri de 12 Eylül 2010 referandumu olarak şekillendi. BOP’un eş başkanının tek adamlığına giden sürecin bir durağı olarak 2010, türkiye’nin siyasal İslamcı dönüşümünün devlet eliyle geliştirilmesini öngören 1980, bugünün tek adam rejiminin üzerine kurulduğu aynı ABD’nin iki 12 Eylül’ü olarak yaşandı.
Sovyetler’e karşı Yeşil Kuşak ve Ortadoğu’da ABD hegemonyasını genişletmek üzere Afganistan ve Irak işgalleriyle başlayan BOP çerçevesinde siyasal İslamcı hareket hem Türkiye’de hem de Ortadoğu’nun çeşitli ülkelerinde ABD emperyalizminin “stratejik ortağı” olurken AKP de hem piyasayla uyumlu, neoliberal dönüşümü gerçekleştirebilecek hem de bölgeyle uyumlu ılımlı İslamcı bir model olarak gösteriliyor, başkanlık ise bir kaçınılmaz hedef olarak değerlendiriliyordu. 2010 referandumunun iki ana gücü AKP ve F. Gülen cemaatinin Türkiye’deki yargı sistemini bölüştüğü bir referandum olarak böyle bir ortamda gerçekleşecekti.
12 EYLÜL 2010’DAN TEK ADAMLIĞA
12 Eylül 2010 referandumu bugün başkanlık sistemi etrafında kurulan tek adam rejiminin yargı sisteminin AKP-Cemaat koalisyonuna teslim edilmesi yönüyle anayasal düzlemdeki en önemli geçiş aşamalarından biri oldu. Henüz daha birbirine girmemiş AKP ve Fetullah Gülen cemaati ittifakının devleti bütünüyle ele geçirmesi ve bugünkü tek adam rejimine açılan yargı kapısıydı.
Bugünden bakıldığında hem tek kişinin iki dudağı arasında adalet sistemi ilk aşama oldu hem de uzun süre AKP iktidarı için siyasi hegemonya alanının ana argümanlarını içerisinde barındıran ve bugün hâlâ etkileri devam eden bir zemin oluşturdu. 2017 başkanlık referandumu ve bugün kurulan tek adam rejimine giden yol 2010 referandumunda bu şekilde açılacaktı. Aradan geçen 14 yılın sonunda konuşanın alındığı, çalanın salındığı bir tek adam adaleti ülkeye 2010 referandumundan geçerek hâkim kılınacaktı.
Fetullah Gülen’in “mezardakileri bile kaldırarak evet oyu vermeye” çağırdığı 2010 referandumu seçim gecesi ardından yaptığı balkon konuşmasında Erdoğan bu desteğe “Okyanus ötesinden bu sürece destek veren tüm kardeşlerimi de kutluyorum” şeklinde cevap verecekti. Böylece okyanus ötesinin iki siyasal İslamcı ortağı 2017 referandumu ve başkanlık rejimine giden yolda ilk taşlardan birini birlikte yerleştirmiş olacaklardı.
1980’DEN 2010’A DARBE VE VESAYET
12 Eylül 1980 darbesi sonucunda gerçek bir demokrasi ve bağımsız bir Türkiye talebinin savunucusu sosyalist solun toplumdan silinebilmesi için yürütülen seferberliğin bir sonucu olarak AKP’li yıllar askerî ve sivil vesayet tartışmalarının, darbe ve şeriat korku ve beklentilerinin şekillendirdiği, Amerikancı bir tek adamlığa gidecek Erdoğan’ın demokrasi havarisi olabildiği yıllar olacaktı. 2010 referandumu öncesi gerçekleşen tartışmalara en çok darbesini vuran konu ise 12 Eylül 1982 anayasasının değiştirilmesi sebebiyle AKP-Cemaat anayasasına “hayır” diyenlerin, yıllarını ve canlarını özgür ve emokratik bir Türkiye için kaybedenlerin darbecilikle suçlandığı bir düzlemin yaratılması oldu. Bugün Malazgirt Ahlat’ta çekilen kareden bakıldığında 1980 darbesinin Türkiye fotoğrafını görmek mümkün olsa da 2010 referandumu AKP’nin de Cemaat’in de, Erdoğan’ın da Gülen’in de kendisini birer demokrat olarak tanıttığı yıllardı. Ortaklardan birinin ülkeyi demokrasiden eser kalmamış gerici, neoliberal bir siyasal İslamcı tek adam rejimine sürüklediği diğerinin ise 15 Temmuz darbe girişimi neticesinde ülkenin parlemontosunun üzerinden F-16 uçurduğu düşünüldüğünde bu tartışma akıllara ziyan gelse de bugün hâlâ etkileri sürüyor.
ABD’nin Ortadoğu politikaları çerçevesinde konumlandırılan Türkiye ve siyasal İslamcı, neoliberal tek adam rejiminin sınıfsal konumlanışı, emperyalizmle göbekten bağının da üzeri bir ucu kimi “sosyalistler”, bir ucu Cemaat tarafından tutulan oldukça da geniş bir örtü olarak darbe demokrasi tartışmaları etrafında örtülüyordu. Bu gerçek o kadar kalın bir örtünün altında kalacaktı ki BOP eş başkanının “our boys”luğuna Suriye’den Libya’ya süren NATO operasyonlarını bile sefer olarak kutsayacak bir aymazlık yaratılacaktı.
2010 Referandumu döneminde iktidarın Fethullahçılardan sonra en önemli ortakları da liberal kesimler oldu. Her kritik gündemde, solun iktidara eleştirilerini darbecilik, milliyetçilik, ergenekonculuk diye eleştirerek AKP’nin önüne atılan, Taraf ve Zaman gazetelerindeki köşelerinden düzenli olarak sosyalistlere saldıran bu kesim, 2010 referandumunda da iktidarın en önemli ideolojik desteklerden biri yine liberallerden geldi. Sosyalist solda ÖDP, TKP, EMEP ve Halkevleri’nin örgütlediği Hayır Cephesi ile karşısında durduğu referandumu, Türkiye’nin darbe anayasasından ve 12 Eylül rejiminden çıkması için fırsat olduğunu iddia eden, bunu bir demokratikleşme hamlesi olarak yansıtıp, karşısında duranları da yine darbeci ilan eden liberaller, “Yetmez ama Evet” kampanyası ile iktidarın yargıyı ele geçirmesine kılıf buldu. Bu destek tek taraflı da olmadı, referandumu destekleyen sol liberallerin afişlerini AKP basıyor, kampanya büroları kiralıyor, Fethullahçılarla birlikte medyada parlatılıyordu.
“ÖZGÜRLÜKÇÜ ERDOĞAN” VE LİBERAL DOSTLARI
Erdoğan’ın referandum sonrasında ismini yanlış söyleyerek teşekkür ettiği DSİP’in Genel Başkanı Doğan Tarkan, 2010 referandumuyla “darbecilerin” yenilgiye uğratılacağını iddia ediyordu:
“13 Eylül günü eğer ‘hayır’ oyları çoğunluğu sağlarsa bu toplum 12 Eylül Darbesi’ni onaylamış olacaktır. ‘Hayır’ için çalışmış, ‘evet’in kazanması için kolunu kıpırdatmamış herkes bu sonuçtan sorumlu olacaktır. 12 Eylül’ü savunmuş olmanın utancını yaşayacaktır. Darbeciler kazanmış olacaktır… İşçiler, emekçiler, Kürtler, 12 Eylül’ün kendisinden ve sonuçlarından etkilenenler kaybetmiş olacaktır. Darbelere karşı mücadele edenler, özgürlük isteyenler kaybetmiş olacaktır.”
AKP’nin iktidara gelişini “muhafazakâr devrim” olarak kutlayan Birikim çevresi, “Kemalist statüko” karşısına konumlandırdığı, muhafazakârlar, Kürt hareketi ve liberallerden teşekküllü “özgürlükçü ittifakın” bu referandumla “solla harmanlaşmış bir liberal demokrasinin geliştirilmesini” kutluyordu. Murat Belge, Ahmet İnsel, Ömer Laçiner; AKP’nin yargıyı ele geçirme operasyonu olan referandumun karşısında duran solu “sosyalist sıfatlı mikrokozmoz”, “CHP’nin peşinden giden sol”, “merkezinde Kemalizm olan cephe” olmakla suçluyordu.
1980 öncesinde Aydınlık hareketi içerisinde yer alan, bu dönemde Sovyetler’e karşı NATO’yu, TSK’yı göreve çağıran Halil Berktay, Oral Çalışlar, Şahin Alpay gibi isimler de Radikal 2, Taraf sayfalarından sosyalistleri 12 Eylül rejimini savunmakla suçluyorlardı. Geçmişte ABD’den devrim bekleyenler, bu kez de İslamcılardan demokrasi bekliyordu.
“Türk sosyalistlerinin önemli bir kesimi, İslamcı harekete ‘demokratik’ yaklaşmak yerine ‘otoriter-modernleşmeci’ yaklaşmayı tercih etti. İslamcı hareket içindeki değişimi, yenileşmeyi anlamadılar.” -Baskın Oran
Sol liberaller referandum sonunda da hızını alamayarak bu kez Hayır Cephesini örgütleyen sosyalistlerin “öldüğünü” iddia edecek kadar ileri gidebiliyordu:
“Tipik olarak ÖDP-TKP benzeri ‘sol’un, 12 Eylül referandumunda hayır’cı (veya hayır’cı-boykotçu) tavır alması, hiç de tesadüf değildi. Çünkü Kemalist Devrimle onun vekili veya ikamesi olarak Atatürkçülük ya da neo-Atatürkçülükle onun vekili, ikamesi olarak CHP ile kendini aynı safta görmek, Türk Solunun içine işlemiş bulunuyor. Bu ‘sol’ öldü. Kopmaz bağlarla bağlı olduğu Atatürkçülük ana damarının öldüğü gibi.” -Halil Berktay
BOYKOTLA GELEN “EVET”
2010 referandumunu kerhen destekleyen tek kesim liberaller olmadı. Kürt hareketinin bu dönemdeki siyasi partisi BDP, referandumda boykot kararı alarak, aslında referandumun açık ara farkla geçebilmesini sağladı. Kürt hareketi bu kararda yalnız da değildi. Yakın ilişkide olduğu sosyalist yapıların da desteği ile Emekçilerin ve Ezilenlerin Boykot Cephesi Kuruldu.
Barış ve Demokrasi Partisi, Toplumsal Özgürlük Platformu, Sosyalist Demokrasi Partisi, Ezilenlerin Sosyalist Partisi, Partizan, Demokratik Haklar Federasyonu, Emekçi Hareket Partisi, Sosyalist Gelecek Parti Hareketi, Sosyalist Birlik Hareketi, Devrimci İşçi Partisi Girişimi, Demokrasi ve Özgürlük Hareketi, Sosyalist Dayanışma Platformu, Köz, Türkiye Gerçeği, Sosyalist Devrim Parti Girişiminin kurduğu boykot cephesi, sandığa gitmeme çağrısı yaptı. Her ne kadar ondan fazla sosyalist örgütün desteğini alsa da Kürt hareketinin boykot çağrısı iktidara hayırhah bir destek anlamına geliyordu, üstelik “pazarlığa” da açıktı:
“Eğer Erdoğan seçim barajını yüzde 5’e indirirse, tutuklu arkadaşlarımız serbest kalırsa ve yeni bir Anayasa’da Kürt sorununu çözeceğini bu meydanda söylerse, biz bunu sizlerle tartışırız. Bunun dışında asla sandığa gitmek yok." -Selahattin Demirtaş
Nitekim Demirtaş yıllar sonra referandum öncesinde bir devlet bakanının kendisine Öcalan’dan mektup getirdiğini, gelen mektupla çözüm sürecinin ilerlemesi açısından Evet verilmesi gerektiğini açıklamıştı:
“2010 referandumunda partim boykot kararı aldı. İmralı’dan talimat aldığımızı söyleyenler, Öcalan’ın el yazısıyla, bakan aracılığıyla İmralı’dan yazı getirdiler. Referandumda ‘evet’ oyu vermemiz için yapıldı bu. İnkâr edilirse burada tanık dinletiriz. Yazıda ne vardı? Yazıda, ‘Partiniz kararı verir. Bu değişiklik yeni bir çözüm süreci önünü açar mı?’ yazısıydı. ‘Öcalan’ın talimatı’ diye bunu getirdiler.”
Nitekim BDP’nin Kürt illerinde örgütlediği boykot sayesinde referandumu açık ara farkla AKP kazandı. Diyarbakır’da referandumun ardından BDP il binasında marşlar çalınıp, havai fişek gösterileri yapıldı. BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, “Halkımızı kutluyorum. Bu başarıyı demokratik özerklikle taçlandırana kadar mücadeleye devam diyoruz” dedi.
Boykot cephesinin destekçilerinden olan Ertuğrul Kürkçü de referandum sonuçlarını demokratik özerklik sürecinde bir müjde olarak görenler arasındaydı. Sonuçları, AKP’nin özgürlük güçleri tarafından sıkıştırılması olarak yorumlamıştı.
“MEZARDAKİLERİ ÇIKARIP EVET OYU KULLANDIRMAK LAZIM”
Referandumun en önemli destekçilerinden biri de AKP’nin bu dönemdeki iktidar ortağı Fethullahçılardı. Referandumun sonucunda ele geçirilen yargıyı kendi kadrolarıyla dolduracak olan “eski dostlar”, tüm medya kanallarından Evet propagandası yapıyordu. Fethullah Gülen, hızını alamayıp, mezardakilere bile oy kullandırılması gerektiğini, yurtdışındakilerin oy kullanmak için gelmesine Allah’ın yardım edeceğini söylüyordu:
“Hayatta olan insanlar, kadınıyla erkeğiyle, çoluğuyla çocuğuyla, dünyanın dört bir yanına dağılmış insanlarıyla, imkân olsa, mezardakileri bile kaldırarak, o referandumda ‘Evet’ oyu kullandırmak lazım. Mezardakiler bile kalksın, ben zannediyorum ki kalkarlar da, ben zannediyorum ruhları koşar da.
Herkes Amerika’da bile olsa bence, Allah ona verir, eğer yazılıysa orada, gitsin oyunu kullansın, mutlaka. Onda bir bereket vardır, vazifesini yapmış olur. Yoksa nezdi uluhiyette sorumlu olur.”
SOSYALİSTLERİN HAYIR CEPHESİ
SOL Parti, o dönemki ismiyle Özgürlük ve Dayanışma Partisi, referanduma karşı ilk hayır reaksiyonunu gösteren siyasi yapılar arasındaydı. Referandum sürecinin, neoliberal-İslamcı ittifakın yargıyı ele geçirme hamlesi olarak gören sosyalistler, “12 Eylül Anayasasına da AKP Anayasasına da Hayır” tavrını benimsemiş, bu siyaseti birleşik bir mücadele etrafında kampanyaya dönüştürmüştü.
ÖDP, TKP, EMEP ve Halkevleri’nin kurduğu Hayır Cephesi, emek ve demokrasi güçleri ile birlikte mitingler düzenleyerek referandumda Hayır oyu için çağrı yapmıştı.
ÖDP, “12 Eylül Anayasasını da AKP Anayasasını da Kabul Etmiyoruz”, “12 Eylül’de Gülen’lere Hayır” sloganları ile ülke çapında kampanyalar düzenleyerek, referandum sürecinde Hayır cephesinin başını çekti.
ÖDP, o dönemde “2 Hayır Birden” başlıklı bir kampanya yürütürken, bu kampanyasında referandumun “başkanlık sistemine geçiş” için bir aşama olduğunu dile getirmiş, liberal propagandanın aksine AKP ile 12 Eylül arasında bir zıtlık değil, devamlılık olduğunu söylemişti:
“Bu referandumla AKP ve F. Gülen yargı ile birlikte devletin merkezini ele geçirmeye çalışıyor. Ekonomik düzlemde piyasacılığın derinleştirilmesi ve sermayenin ihtiyaçlarına yanıt verilmesi hedeflenirken bunun için de yürütmeyi güçlendirerek başkanlık sistemine geçişin hukuki temelleri oluşturulmaya çalışılıyor. Anayasa değişikliği her bakımdan 12 Eylül rejimine bir karşıtlık bir yana onun ilerletilmesi anlamına geliyor. Bu yüzden biz ‘2 hayır birden’ diyoruz. Hem AKP’nin anayasa değişikliğine önerisine hayır hem de onun zihniyetini belirleyen 12 Eylül anayasasına hayır.”
“MAĞDUR DEĞİL MUHATABIZ”
2010 referandumunda iktidar ve müttefiklerinin dilinden düşürmediği 12 Eylül, çokça darbe karanlığına acıklı yapmacık ağıtlarla anılıyor, kimi sosyalistler de bu propagandaya çanak tutuyordu. Bu propagandaya karşı, Türkiye devrimci hareketinin önderlerinden Oğuzhan Müftüoğlu, devrimcilerin darbenin “mağdurları değil muhatapları” olduğunu söyledi:
“12 Eylül darbesine karşı mücadele eden topluluğun bir bireyi olarak kendimi 12 Eylül mağduru olarak görmüyorum. Türkiye’nin o günkü mevcut düzenine karşı, o faşist diktatörlüğe karşı mücadele ettik, onun bir bedeli varsa bunu ödedik. Ölenlerimiz de ödedi canlarıyla, cezaevlerinde işkencelerle ödedik. Burada bir mağduriyet söz konusu değildir. Biz 12 Eylül’ün muhatabıyız.”