Hatırlatmalar | Suriye’ye cihatçı vahşetiyle getirilen “demokrasi”
Türkiye on yıla yakın sürdürülen savaş yatırımları, cihatçı örgütlerin ülkede örgütlenme yapabilecek kadar fazla içimize girmesi, Türkiye’nin AB ile pazarlıklarla sığınmacı hapishanesine çevrilmesi gibi sonuçların karşısında, Suriye içlerinde sınırlı bir bölgenin kontrolünü sağlayabildi. Bugün Türkiye garantörlüğündeki bölgede başlatılan Halep harekâtı ise yeni Ortadoğu planında Suriye’nin hâlâ kritik eşik olarak kaldığını gösteriyor. ABD’nin bölgesel çıkarları, İsrail’in soykırımcı savaşı, AKP’nin ise içeride aradığı rejim tahkimatı için aranan fırsat, bir kez daha Suriye’nin yıkımında bulundu.
■ Politika Kolektifi
Suriye’de son birkaç gündür Halep’e yönelik cihatçı saldırıları, Washington ve Tel Aviv’den olduğu kadar Ankara’dan da coşkuyla karşılandı. İsrail’in Gazze’de yürüttüğü soykırımı Lübnan, İran ve Suriye’ye yayarak bölgesel bir savaşa yönlendirişine paralel olarak gelişen cihatçı saldırıları, Suriye’de savaşın başladığı 2011 yılındaki icraat ve “hevesleri” hatırlattı. O dönemde Suriye’de ABD, Katar ve Türkiye sponsorluğunda kurulmaya çalışılan Suriye muhalefetinin sahada askerî bir karşılığı olmadığı anlaşılınca AKP Irak ve Suriye sınırlarını açarak El-Kaide militanlarının Suriye’ye girişini sağlamıştı.
En başta ABD’nin, uzun yıllar da Türkiye’nin Esad’ın düşürülmesi hedefiyle cihatçılara yönelik kimi zaman açık kimi zaman örtülü desteği, IŞİD barbarlığını yaratmış, cihatçı örgütlenmeler yalnızca Suriye ve Irak’ta değil, dünyanın her yerinde insanlık dışı katliamlar gerçekleştirmişti. Esad’ı düşürme stratejisi başarısız olsa da ülke bölünmüş, ancak AKP’nin bölgesel savaş hevesinin hesabını Türkiye Suruç’ta başlayıp 10 Ekim’le devam eden cihatçı terör saldırıları ve AB ile yapılan iki yüzlü anlaşmalar eliyle ülkenin sığınmacıların açık hava hapishanesine dönüşmesi ile ödemişti.
Bugün de hem İsrail’in İran merkezli direniş ekseninin bir parçası olarak Suriye’yi zayıflatma hedefi, Türkiye’nin ülkede İslamcı örgütler eliyle var olma stratejisi, ABD’nin İran’ın yanı sıra iki cephede savaşa sürükleyerek Rusya’yı her iki bölgede de geriletebilme niyeti, bugün yine emperyalist umutları İslamcı cihatçılara yönlendirdi.
Aynı 13 yıl önceki gibi Irak üzerinden serbestçe Suriye’ye tahkimat yapan El-Nusra uzantısı Heyet Tahrir el-Şam tugayları, bir dönem Türkiye’deki siyasal İslamcıların kursağında kalan Emevi Camine yaklaşırken, Amerikan emperyalizminin Siyonist ve İslamcı kanatları Suriye için yarım kalan tahayyüllerini yeniden gündeme getiriyor. Politika Kolektifi olarak, bu hafta 2011 sonrası Suriye’ye ABD’nin emperyal çıkarları çerçevesinde Türkiye taşeronluğunda yürütülen cihatçı akınını, bu emperyalist stratejilerin bölgede yarattığı yıkımı ve barbarlığı okurlarımıza yeniden hatırlatıyoruz.
SURİYE’YE MÜDAHALENİN ARKA PLANI
2011’de Suriye’de cihatçı gruplar eliyle başlatılan iç savaş, ABD’nin Ortadoğu petrollerini ele geçirmek, bölgede emperyalizmle çelişkili iktidarları devre dışı bırakmak ve İran’ı çevrelemeyi hedefleyen kapsamlı planının bir parçası olarak uzun süredir planlanıyordu. Öncesinde Afganistan ve Irak işgalleri ile bölgeyi kesintisiz bir çatışma iklimine sürükleyen ABD’nin elindeki en büyük avantaj, CIA eliyle kurgulanan, ardından uzun yıllar boyu silah ve finans desteği ile büyüttüğü cihatçı örgütlerdi. Bölgede çok erken tarihlerde SSCB’nin etkinliğini kırmak, Arap bağımsızlıkçı siyasal akımlarının önüne geçmek ve mezhepçi dinamiklerle zayıflatmak için Yeşil Kuşak Projesi devreye sokulmuştu. Bu doktrin kapsamında bölgede mezhepçi gerilimler üzerinden başta Mısır merkezli Müslüman Kardeşler olmak üzere ABD dostu siyasal İslamcı akımlar desteklenmişti. Ardından 1980’lerde SSCB’nin Afganistan’a müdahalesi ile bu proje bölgede o dönem “mücahitler” olarak lanse edilen cihatçı terörün finansmanı ile Ortadoğu’da yeni ve karanlık bir dönemin kilidini açtı. Huntington’ın sınıf savaşının yerini medeniyetler savaşının aldığını iddia ettiği, bir tespitten çok niyet belirten Medeniyetler Savaşı doktrini, Amerikan ordusu ve yardakçısı cihatçı örgütler eliyle Ortadoğu’da hayata geçirildi.
BÜYÜK ORTADOĞU PLANINDA TÜRKİYE’NİN YERİ
Afganistan’da Taliban ve El-Kaide’nin doğrudan CIA eliyle büyütülmesinin ardından 2000’lere gelindiğinde, karşısında SSCB gibi bir denge kuvveti de bulunmayan ABD gözünü Irak ve Suriye petrollerine dikti. Türkiye’de de bu konjonktür ve yeni Ortadoğu planına uygun şekilde bir siyasal aktör arayışına girişildi. AKP hem Yeşil Kuşak Projesinin güncel hedefi olan bölgede “Ilımlı İslam Kuşağı” Projesini yürütebilecek hem de ABD’nin bölgesel planlarına koşulsuz destek sunacak bir aktör olarak Batının gözdesi haline geldi. Henüz daha Refah Partisi iktidardayken ABD’de Erdoğan ve Gül’e başlayan ilgi, sonrasında AKP’nin kurulup Batının tam desteği ile iktidara getirilme sürecini getirdi. Bu desteğin arkasındaki motivasyonu, çok erken tarihlerde Tayyip Erdoğan, “Türkiye işlevini Büyük Ortadoğu Projesi içinde, bu bölgede etkin bir şekilde yerine getirecektir. Her görüşmede, attığımız her adımda bunun uygulamasını yapıyoruz" sözleriyle ifade ediyordu.
Yani ABD’nin yeni Ortadoğu planı, henüz daha Irak’a bir Amerikan askeri ayak basmadan önce bu şekilde devreye sokuldu.
Dönemin ABD başkanı G. W. Bush’un “Saddam’ın kimyasal silahları var” yalanıyla başlatılan Amerikan müdahalesinin sonucunda, Irak’ta bir milyondan fazla insan yaşamını kaybetti, ülke siyasal olarak üçe bölündü, uzun yıllar halk her gün patlayan canlı bombaların dehşeti ile yaşamak zorunda kaldı. Türkiye’de bu dönemde çiçeği burnunda iktidar 2003 yılında meclisten Irak tezkeresini geçiremedi. Ancak fırsatlar bitmiyordu, sırada Suriye vardı.
Lübnanlı akademisyen El-Yafi, ABD’nin Suriye’ye yönelik emelleri ve bu konuda Türkiye’ye biçtiği rolün çok erken bir tarihte başladığını dile getiriyordu: “Türkiye’de AKP iktidar olmadan önce, genel başkanı Abdullah Gül ve henüz belediye başkanlığı yapmış olan Tayyip Erdoğan Beyaz Saray’da ağırlandı. Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi için kendilerine o zamandan görev verilmişti ve projenin başmimarı da Katar olacaktı. Ancak Katar’ın Suriye sınırına uzak olması müdahaleyi zorlaştıracağı için finansman ülkesi olarak seçilmişti”
CİHATÇI AKININA AÇILAN SINIR
Nitekim Türkiye, kendisine verilen görevi Suriye’ye yönelik ilk fırsatta yerine getirdi. Dönemin Obama yönetiminin dışişleri bakanı Hillary Clinton ve Ankara’daki meslektaşı Davutoğlu, Suriye’ye müdahalenin başmimarı oldular. İlk olarak Suriye’de başlayan ekmek eylemlerini fırsat olarak değerlendiren emperyalist akıl, çoğu cihatçı örgüt geçmişine sahip mezhepçi gruplardan Özgür Suriye Ordusu’nu (ÖSO) kurdu. Katar’ın finanse ettiği, Türkiye’nin silahlandırdığı ve askerî eğitim verdiği grubun, Suriye’de Esat hükümetini iç savaşla yıkması ve ülkede İslamcı-Amerikancı yeni bir iktidarın kurulması hedefleniyordu. Bu hedef çerçevesinde, ilk olarak Hatay’da henüz daha iç savaşın başlamasından önce mülteci kampı kuruldu. Clinton-Davutoğlu ekibinin hedefi, kampa gelen mülteci sınırı belli bir sınırı aşınca doğrudan müdahale imkânının doğmasıydı. Ancak Suriye’de iç savaş beklendiği gibi gitmedi. Muhalif güçler istenilen etkiyi sağlayamadı, müdahale için daha “zinde güçlere” destek duyuldu. Bu noktada Irak’ta Amerikan işgalinden beri yuvalanan ve güç devşiren cihatçı örgütlerin Suriye’ye geçişi organize edildi. AKP, Irak sınırını da açarak Türkiye üzerinden cihatçı geçişini organize etti. Böylece sınırda kurulan mülteci kampları ve hastaneleri de cihatçı örgütlerin kullanımına açılarak ülkenin Suriye sınırı bir iç savaş komuta merkezine dönüştürüldü. Savaşın başlarında Katar ve diğer Arap ülkelerinin finans desteği, AB’nin Türkiye’ye verdiği yardım fonları, Obama’nın Eğit-Donat Projesi kapsamında TSK’nın verdiği eğitim… Tüm bunlar ÖSO’dan aranan “muhalif özgürlük savaşçısı” imajını sürdürmeye yetmedi. Suriye savaşı henüz daha ilk günden Irak’tan gelen cihatçıların yaptığı katliamlar ve Şam’ın bombalanması ile başlayabildi.
“DEMOKRASİ KAHRAMANLARINDAN” CİHATÇI BARBARLARA
Türkiye’de birtakım sol-liberal zevatın da “demokrasi kahramanları” diye resmettiği ÖSO çatısı altındaki cihatçı yapıların maskesi, henüz savaşın ilk yıllarında düştü. Öldürdükleri Suriye ordusu askerinin kalbini çıkarıp yerken videoya alan, “Aleviler tabuta, Hıristiyanlar Beyrut’a” sloganlarıyla kilise bombalayan, Şii Arap köylerinde katliam yapan, kadın ve çocukları esir pazarlarında satan selefi cihatçıları belli bir süre sonra yalnızca Türkiye ve bölgedeki siyasal İslamcı güçler açıkça savunabilir hale geldi. Üstelik Washington ve Ankara’nın “demokrasi kahramanları” Suriye’de belli bir kırılma yaratsa da Esad’ın düşmesi ile neticelenecek planı gerçekleştiremedi.
Tüm Körfez ülkelerinin ve Türkiye’nin sağladığı silahları, askerî teçhizatları sahada cihatçılara kaybeden, sürekli üyeleri kaçırılan ÖSO’yu, 2015’te Obama’nın “hediyesi” olan Eğit-Donat Projesi de kurtaramadı. Milyarlarca liralık bütçe ayrılan projenin, ancak 60 ÖSO mensubunu eğitebildiği ortaya çıktı. 2016’dan itibaren sahada tamamen yalnız kalan Türkiye, asıl stratejik ve lojistik desteğini bölgedeki cihatçı örgütlere kaydırırken, ÖSO’yu ise TSK operasyonlarına “otantiklik” katmak için kullanmaya başladı. Zamanla ÖSO yerini Suriye Milli Ordusu aldı, Rusya ve Suriye ordusunun geri püskürttüğü cihatçı güçlerin toparlanarak Kuzey Suriye’de TSK garantörlüğündeki bölgeye yerleştirilme projesinin parçası haline getirildi. Yer yer işe yarar görülen cihatçılar, Yemen iç savaşı, Ukrayna-Rusya ve Azerbaycan-Ermenistan savaşlarına kaydırıldı. Sarayın paralı asker ve kontrgerilla örgütü SADAT’ın himayesinde farklı bölgelerde savaşlara katıldı.
“82 MUSUL”DAN “DEĞERLİ YALNIZLIĞA”
Ancak tüm hayal kırıklıklarına rağmen ÖSO’nun vekilliğinde başlayan savaş, içeride de İslamcı, yeni Osmanlıcı hayallerin uzun süre pompalandığı, Türkiye’de de mezhepçi gerilimlerin güdülendiği bir konjonktür yarattı. Henüz iktidar ortağı değil parlamento muhalefeti rolü oynayan MHP D. Bahçeli’nin “82 Musul, 83 Kerkük, 84 Halep, 85 İdlib, 86 Lazkiye” sözleri, Tayyip Erdoğan’ın “Şam’da Emevi Caminde namaz kılacağız” hayali, bu dönemde Türkiye’de yaratılan Neo-Osmanlıcı mezhepçi fetih hayallerinin bir özeti olarak toplumsal hafızada yer tutuyor.
Ancak özellikle 2013 yılı itibari ile başta El-Kaide’nin bir kolu olarak faaliyet gösteren Irak Şam İslam Devletinin (IŞİD) Suriye iç savaşında insanlık dışı katliamları ile hızlı bir yayılma kazanması sonrası dünya kamuoyunda Suriye “muhaliflerine” yönelik heves, yerini dehşete bıraktı. Bugün Halep’te yaşanan gelişmenin bir benzeri, o dönemde IŞİD’in Irak’ın kuzeyi ve Suriye’nin kırsalındaki genişlemesiyle yaşadı. 2014 yılında Irak’ta Musul’u, Suriye’de ise Rakka’yı işgal ederek örgütün merkezi haline getiren IŞİD neredeyse bölgede Suriye ordusuna destek olan Rus-İran-Hizbullah güçlerine karşı ayakta kalabilen tek güç haline geldi. IŞİD, Selefî İslamın en vahşi savunucularından olarak, işgal ettikleri merkezlerde köle pazarları kurup, Şiileri, Hıristiyanları, eşcinselleri ve savaş esiri askerleri katlettikleri videoları tüm dünyaya izletirken, değişen siyasi konjonktürle birlikte Suriye’de cihatçı güçlerin açık destekçisi olarak bir tek Türkiye kaldı. IŞİD askerlerinin sınırdan geçerek Türkiye’de tedavi olduğu, eski IŞİD emirlerinin itiraflarına göre istihbarat ve ordu ile yakın ilişki içerisine girdiği, silah, finansman ve IŞİD’ın hâkim olduğu bölgelerdeki petroller dahil olmak üzere ciddi bir ticarete girildiği bir tablo ortaya çıktı.
Türkiye’de siyasal İslamcı iktidar aklının bu hevesi, Suriye’de işlerin tersine dönmeye başlaması ile “değerli yalnızlık” dönemine geçti. Önce Rusya’nın beklenmedik şekilde doğrudan askerî olarak Suriye sahasına girmesi ve Esad güçlerini desteklemesi ile savaşın boyutu değişti, sıradan bir vekâlet savaşı olma özelliğini yitirdi. Sahada zorlanan ÖSO, savaşın askerî düzeyi yükseldikçe yerini adım adım önce El-Nusra’ya ardından IŞİD’e bıraktı. Rusya’nın savaşa dahil olmasıyla Esad’ın düşme ihtimalinin zorlaşması, Rojova’da bağımsızlığını kazanan PYD’nin ABD ile ittifak kurarak, Esad karşıtı güçler arasında Sünni muhalefetten daha değerli hale gelmesi, yine ABD’de Ortadoğu’daki savaşlara yönelik gelişen olumsuz reaksiyon, bölgenin çerçevesini hızla değiştirdi. 2014 yılında ABD’nin doğrudan ve dolaylı şekilde sorumlu olduğu IŞİD, bölgesel bir tehdit haline gelince Esad’ı düşürme planı başarısız olan ABD, bu kez IŞİD’i yenen kahraman rolüne soyundu. PYD ve Sünni Arap örgütleri etrafında kurulan Suriye Demokratik Güçlerine IŞİD ile kara savaşı için destek sağlayan ABD, 2014’ten 2018’e kadar sürdürdüğü hava saldırılarıyla kendine bu yıkımdan pay biçti.
SURİYE’DE YENİDEN CİHATÇI MÜDAHALE
IŞİD ile girilen yakınlaşma, ülkenin içlerine de sirayet etti. Batman’dan Ankara’ya ülkenin her yerinde yol verilen örgüt, Türkiye’den kendi saflarına insan örgütledi, hücre evlerinde organize ettikleri saldırılarla yüzlerce insanımızı katletti. Türkiye’de siyasal İslamcı heveslerin belki de en rezil yansıması olan IŞİD, uzun yıllar Türkiye’de faaliyet gösterdi, bunun arka planında yalnızca AKP hükümetinin Suriye politikası değil, aynı zamanda ülkede bu döneme gelindiğinde yaklaşık 15 yıldır sürdürülen mezhepçi İslamcı politikaların yarattığı toplumsal çürüme de etkendi. Nitekim IŞİD’in ele geçirdiği bölgelerde 7/24 dünyaya yayınladığı barbarlıklar, burada iktidar etrafından başlamak üzere İslamcı kesimler tarafından “hayırhah” bir destek de gördü.
Bu dönemde ABD’nin yanı sıra körfez ülkeleri de adım adım Suriye’deki savaşçı güçlerden elini çekti, Türkiye bölgede Rusya-İran eksenli direniş güçlerine karşı cihatçı örgütlerin tek garantörü olarak yalnız kaldı. Trump’ın iktidara gelmesi ile birlikte neredeyse kendi haline bırakılan savaşta, AKP Rusya ile ilişkilerini önce gerip sonra açılıma gittiği, içeride seçimlerin tetiklediği sürecin sonunda Kuzey Suriye’deki Kürt kantonlarını sıkıştırma stratejisine geçtiği süreç içerisinde, Suriye meselesi hem Türkiye hem bölge için bir çıkmaza girdi. ABD, Suriye’nin kuzeyinde PYD, iç bölgelerde ise TSK garantörlüğündeki –eski adıyla ÖSO– Milli Suriye Ordusu ve HTŞ kontrolünün tahkim edilmesiyle ülkeyi bölme planını gerçekleştirdi, kuzeyde PYD kontrolündeki bölgede yer alan petrol rezervlerini ele geçirdi.
Türkiye ise on yıla yakın sürdürülen savaş yatırımları, cihatçı örgütlerin ülkede örgütlenme yapabilecek kadar fazla içimize girmesi, Türkiye’nin AB ile pazarlıklarla bir sığınmacı hapishanesine çevrilmesi gibi sonuçların karşısında, Suriye içlerinde sınırlı bir bölgenin kontrolünü sağlayabildi. Bugün tam olarak Türkiye garantörlüğündeki bölgede başlatılan Halep harekâtı ise yeni Ortadoğu planında Suriye’nin hâlâ kritik bir eşik olarak kaldığını gösteriyor. ABD’nin bölgesel çıkarları, İsrail’in soykırımcı savaşı, AKP’nin ise içeride aradığı rejim tahkimatı için aranan fırsat, bir kez daha Suriye’nin yıkımında bulundu.