Google Play Store
App Store

Fuller, Cumhuriyet’in kuruluşu ile Türkiye’nin “İslami ve Osmanlı geçmişinden kopuş” yaşadığını ifade ederken, asıl olarak hilafetin kaldırılmış olmasını bir felaket olarak yorumluyor. İşte tam da buradan hareketle 21. yüzyılda Ortadoğu’nun düzenlenmesi için yeni bir model ülke olarak konumlanacak ılımlı İslamcı Türkiye’nin bir hilafet merkezi olarak kurgulanması gerektiği ileri sürülmektedir. AKP’nin sonrasında Yeni-Osmanlıcılık olarak ileri sürerek Ortadoğu’ya yönelmesi asıl olarak, Amerika’nın Fuller tarafından da ifade edilen politikalarının yansıması oldu.

Hatırlatmalar | Türkiye nasıl sığınmacı ülkesi oldu?

Hazırlayan: Yol Politika Kolektifi

2002’den bugüne siyasal İslamcı bir iktidar altında yaşanan dönüşüm, Türkiye’nin geleceğini şekillendirecek dinamikleri de ciddi biçimde değiştirdi. Göç krizi bunun en önemli noktalarından birisini oluşturuyor.

Göç, 21. yüzyılda küresel bir kriz olma özelliği taşıyor. Eşitsizlik ve adaletsizlikler, yoksulluk ve açlığın derinleşmesi göçün en önemli kaynağı durumunda. İklim krizi ve savaşlar ise yığınsal göçü tetikliyor. Emperyalist merkezler duvarlar örerek göçmen akışını yönetirken, son dönemde özellikle Ortadoğu’dan gelen akım karşısında Türkiye başta, bölge içinde tampon ülkeler oluşturmayı tercih ediyorlar.

Türkiye’de yaşanan kriz bu anlamda emperyalist politikaların bir sonucu olduğu kadar, doğrudan göçmenleri sınırları dışında tutma girişiminin bir sonucu olarak yaşanıyor.

Türkiye’de bir yandan gençler giderek artan hızla geleceğini yurtdışında arıyor, beyin göçü veriyor. Öte yandan da Suriye savaşı sonrasında uğradığı göç akını on milyonla ifade ediliyor.

Türkiye’nin bir göçmen deposu haline getirilmesi ise krizin can damarı olarak siyasetin ve toplumun en önemli sorunlarından birisi durumunda. Bugün, yaşanan krizin nedenleri ortaya konulamadığı ölçüde göçmenleri hedefe koyan ırkçı-faşist anlayışlarla sorunun kaynakları ve insani-demokratik gerçek çözüm yolları da manipüle ediliyor. Bu hatırlatma ile “Türkiye nasıl bir göçmen deposu haline geldi?” sorusuna yanıt aramak, sorunun gerçek kaynakları ortaya konulduğu oranda, çözüm yolları üzerine de düşünmek anlamına geliyor.

HİLAFET MERKEZİ OLARAK TÜRKİYE

Bu anlamda, öncelikle AKP ile birlikte Türkiye’nin içine sokulduğu Amerikancı ılımlı İslam projesi üzerinde durmak gerekir. Büyük Ortadoğu projesine bağlı olarak Türkiye’nin, bir İslamcı model ülke olarak konumlandırılması; bunun bir parçası olarak da Türkiye’nin Ortadoğu’nun bir iç unsuru haline getirilmesi hedeflendi. Bu sonrasında, Yeni-Osmanlıcılık olarak da ifade edilecek bir politika olarak sunuldu.

CIA’nın Türkiye eski masa şeflerinden ve AKP’nin kurulmasında da önemli rollere sahip olan G. Fuller, “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” kitabında, bu yönelime ilişkin şunları dile getirmişti.

“Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu, 1923’ten beri, ülkenin Osmanlı İmparatorluğu’nun eski Müslüman bölgelerinin çoğuyla olan ilişkisi sınırlı ve daraltılmış düzeyde kalmıştır…” G. Fuller, Türkiye’nin AKP ile üstleneceği yeni rolün altını çizerken, “Ortadoğu’da artan çalkantı ve değişim ihtiyacı” içinde, “ılımlı İslamcı AKP” ve ona eşlik eden “Gülen cemaatinin geniş ve ılımlı katkılarıyla” bir model ülke yaratılmasını hedef olarak ileri sürüyordu.

CIA: “HİLAFETİN KALDIRILMASI FELAKET”

Fuller, Cumhuriyet’in kuruluşu ile Türkiye’nin “İslami ve Osmanlı geçmişinden kopuş” yaşadığını ifade ederken, asıl olarak hilafetin kaldırılmış olmasını bir felaket olarak yorumluyor. Fuller’e göre, “Atatürk’ün 1924 yılında bütün Sünni dünyanın en üst dini mercii olan Halifeliği kaldırılmasıyla birlikte Türkiye, İslam dünyası ile ilişkilerine önemli bir darbeyi de vurmuş oldu. Böylece halifeliğin kaldırılması, bizzat İslama indirilen bir darbe olmuş, Müslüman ümmeti aynı anda hem merkezi kurumundan hem de yüksek dini otoritesinden mahrum kalmıştır.” İşte tam da buradan hareketle 21.yüzyılda Ortadoğu’nun düzenlenmesi için yeni bir model ülke olarak konumlanacak ılımlı İslamcı Türkiye’nin bir hilafet merkezi olarak kurgulanması gerektiği ileri sürülmektedir. AKP’nin sonrasında Yeni-Osmanlıcılık olarak ileri sürerek Ortadoğu’ya yönelmesi asıl olarak, Amerika’nın Fuller tarafından da ifade edilen politikalarının yansıması oldu.

CİHAT İÇİN SURİYE SEFERİ

Suriye’de ABD eliyle yaratılan iç savaş süreci, Arap Baharı sonrasında bölgenin ılımlı İslamcı bir iktidar kuşağı olarak örgütlenmesi için en önemli fırsatlardan birisi olarak görüldü.

ABD, cihatçı güçleri hareketi geçirerek bir iç savaş süreci yaratıldı. Hedef, Esad’ın yıkılarak ılımlı İslamcı iktidar hattına Suriye’nin de katılmasıydı. Türkiye’ye bu iç savaşta önemli roller verilirken, AKP de bu iç savaşı bölgesel güç olma yolunda tarihsel bir fırsat olarak gördü. Suriye iç savaşına katılma hevesi aynı zamanda mezhepçi bir karşıtlıkla iç içe geçerek gelişirken, Türkiye hızla cihatçı çetelerin üssü haline getirildi. Cihatçı çeteler için askerî kamplar kurulurken, Türkiye sınırları bir geçiş hattına dönüştürüldü.

Savaşın derinleşmesiyle birlikte ilk göçler tam da cihatçı bir savaşçı kampları ekseninde oluşturulmaya başlandı. Öte yandan da sınırlar açılarak Türkiye bir göç alanı olarak konumlandırılmaya başlandı. Bu AKP için Suriye iç savaşı ve sonrasındaki geçiş sürecine müdahale edilebilecek bir nüfusun elinde tutulması politikasının da bir parçası olarak hayata geçirilmeye başlandı. Ancak Suriye iç savaşı beklendiği üzere Esad’ın yıkılmasıyla sonuçlanmadı. Parçalanan ve yıkılan Suriye’den yaşanan göç hareketinin merkezi ise Türkiye oldu.

TAMPON ÜLKE OLARAK TÜRKİYE

Türkiye, savaşın yaratıcısı emperyalist merkezler için göçmenler için bir tampon bölge olarak konumlandırıldı. Ortadoğu’nun içine doğru bükülen Türkiye, Batı ile ilişkisinde de bu anlamda tampon ülke olarak yeniden konumlandırılıyor. Asıl işlevi, şimdi yığınsal göçmen akışının Avrupa’ya geçişinin engellenmesi. Bunun için imzalanan ikili anlaşmalarla, Türkiye’ye göçmenler tutmak üzere para ödeniyor. Ayrıca, Avrupa ve ABD’den pek çok kuruluş Türkiye’deki göçmenlerin entegrasyonu üzerine çalışan dernekler kurdurarak, onları fonlayarak paralel bir çalışmayı sivil toplum alanında da sürdürüyor.

AKP de bunu maddi bir destek olarak görürken aynı zamanda Batı ile pazarlık için de en önemli araçlarından birisi olarak kullanıyor. Öte yandan da sermaye için de ucuz işgücü deposu olarak değerlendirilen göçmenler, ihracata dayalı bir model için de bulunmaz bir imkân olarak görülüyor.

Türkiye, bu anlamda Avrupa için beyin göçü veren bir ülke konumuna gelirken, öte yandan da yığınsal göçü engelleyen bir sınır ülke işlevini üstleniyor. 21.yüzyılda yeni bir sömürü biçimi olarak şekillenen bu göçmen politikası, Türkiye’nin geleceği için de çok önemli riskleri içinde barındırıyor.

SORUNLAR YIĞINI İÇİN ÇÖZÜM

Türkiye açık ki ABD ve Avrupa’nın tercihleri doğrultusunda bir göçmen deposu haline getirildi. Bu aynı zamanda AKP’nin üstlendiği siyasal İslamcı rejim dönüşümü görevi ile de uyumlu bir politika. Göçmenlerin bugün Türkiye’de konumlandırılması, kuşkusuz savaşın yarattığı mağduriyet karşısında insani bir çıkış yolu arayışı ile ilgili olan yanları da olmakla birlikte asıl olarak bir cihatçı kuşak projesinden bağımsız ele alınamaz.

Cihatçı savaşçı kamplarıyla başlayan yerleşme süreci, sonrasında ülkenin pek çok yerinde cihatçı gettolar oluşturulması şeklinde çoğaltıldı. Bu aynı zamanda iktidarın İslamcılaştırma projesine bir destek güç devşirmek anlamına da geliyor. Öte yandan da AKP eliyle yönetilen bu göç politikası, uzun vadede bir demografik dönüşümün de taşlarını döşüyor.

Türkiye, bu bütüncül politikanın sonucunda göçmen deposu haline getirildi. Bu çok yönlü sorundan kuşkusuz ki göçmenleri hedef alan ırkçı yaklaşımlarla bir çıkış yolunun bulunamayacağı açık. İnsani-demokratik bir çözümün tek anahtarının entegrasyonda olduğu yönündeki hümanist-liberal yaklaşımların yetersizliği de ortada. Türkiye’nin, emperyalist göç politikasının neticesinde tampon ülke olduğu gerçeği ve siyasal İslamcı dönüşüm projesi ile göç arasındaki bağ kurulmadan, ülkenin dört bir yanındaki cihatçı getto gerçekleri ve cihatçı savaşların konumlanması atlanarak bu sorun ele alınamaz.

O yüzden belki şimdi bir kez daha sorunun kaynaklarını hatırlayarak başlamak gerekir. Türkiye nasıl göçmen deposu haline getirildi, bu soru çözüm yolları için de anahtar niteliğinde.

***

GENÇLİK KRİZİ

TÜİK’in Eylül 2024 istatistiklerine göre, Türkiye’de yükseköğretim mezunlarının beyin göçü, 2021-2023 döneminde yüzde 1,6’dan yüzde 2’ye yükseldi. Bu verilere göre, ekonomi ve işletme mezunları Amerika’yı tercih ederken, bilişim ve mühendislik mezunları ise Almanya başta olmak üzere Avrupa ülkelerini tercih ediyor. Bu tercihlerin artık liselere girişten itibaren yapılmaya başlandığı, yurtdışı çıkış vizesi anlamına gelecek okullara yöneldiği de bir gerçek. Bu beyin göçü, geçici bir eğitim ya da mesleki kazanım olmaktan çok bir tür “terk etme” olduğu için önemli bir dinamik olarak öne çıkıyor.

Gençler, yirmi yılı aşkın bir iktidarın her dönem artan dinsel baskılarından, ayrımcılık, eşitsizlikle birlikte türlü hilelerle uğradıkları haksızlıklardan bir kaçış olarak “gitmekten çok bir terk etme eyleminde” bulunmayı seçiyorlar. Bunda son dönemde Suriye başta olmak üzere Ortadoğu merkezli göç dalgası, sosyal ve ekonomik bunalımın etkisi ile birlikte muhalefetin bir çıkış umudunu temsil etmiyor olmasının da önemli bir rolü var. Bu da ülkeye yönelik bir geleceksizlik ve umutsuzluk duygusunu özellikle gençler de hâkim kıldığı oranda, ülkeden kaçış da yoğunlaşıyor.

***

Burada ifade edilmesi gereken en önemli noktalardan birisi ise bunun doğrudan iktidarın da bir tercihi olarak şekillendiği gerçeğidir. Erdoğan’ın doktorlara yönelik “giderlerse gitsinler” sözü de bunun bir ifadesiydi. Tam da siyasal İslamcı rejim karşısında konumlanan, ilerici ve üretken gençlik dinamiklerinin eksilmesi, iktidarın ülkeyi bir dinci rejime hapsetmeye yönelik iktidar projesinin önünün de açılması anlamına geliyor.

Gençlik krizinin bir yönü, ülkenin beyin göçüyle boşalması olarak yaşanırken bir başka yönüyle de yoksullaştırılan ve geleceksizleştirilen gençliğin çok önemli bir kısmının da şimdi tarikatlarla birlikte son dönemde çeteleşme içerisinde yok edilmesidir. Ülkenin geleceğinde belirleyici en önemli dinamiklerinden birisi olarak gençlik krizi öne çıkıyor.

***

GÖÇMEN KAMPLARINDAN YÖNLENDİRİLEN İÇ SAVAŞ

2011 yılında ABD ve Türkiye Suriye’de iç savaşın çıkışını beklerken, Hatay’da ilk göçmen kampları açılmaya başlandı. Henüz daha çatışmaların iç savaşa dönüşmediği erken bir dönemde Suriye sınırında birden fazla kampın açılması, göç dalgasına niyet edildiğinin göstergesiydi. Türkiye’nin sınır politikası da buna göre değiştirildi. Türkiye-Suriye sınırı açılırken, ayrıca Suriye’de muhaliflerin istenen güce erişmemesi sebebiyle çatışmanın kızdırılması için Irak sınırı da açıldı. Bu sayede Irak’taki cihatçı örgütler Türkiye üzerinden Suriye’ye geçerek çatışmalara hız kazandırdı.

İlk olarak Yayladağ’da özelleştirmeler sonrası kapatılan Tekel fabrikalarının olduğu alana açılan kamplar, dışarıdan yönlendirilen Suriye iç savaşının Türkiye’deki üssü haline getirildi.

Suriye savaşının henüz daha ilk döneminde Sünni mezhepçi muhalifler ve El-Kaide bağlantılı cihatçı örgütlerin trafiğine açılan Hatay, komşu ülkede yaratılmaya çalışılan iç savaş gerilimini Türkiye topraklarına da taşıyordu.

2013 yılında Reyhanlı’da sorumluları hâlâ bulunamayan bombalı saldırıda 53 yurttaşımız hayatını kaybetti. 2011’den itibaren Hatay’da özellikle de Arap Alevi nüfusunu tehdit eden bir boyuta ulaşan mezhepçi gerilim, ilk kez doğrudan Türkiye’yi de hedef almaya başlamıştı.

Yayladağ’da kurulan iki kampa bir sene içerisinde 10 bine yakın mülteci yerleşti. Kampların diğer sınır şehirlerine doğru yayılmasıyla, ABD ve taşeronluğunu yapan Türkiye açısından Suriye’ye doğrudan müdahale imkânları oluşturuldu. Ancak beklenen Amerikan müdahalesinin bir türlü gelmemesi ile sınırda büyüyen çatışma tamamen AKP’nin eline kaldı.

Hatay’a kurulan kamplar, insani yardım amacı taşımaktan öte, Suriye’deki gerilimlerin topyekûn bir iç savaşa dönüştüğüne kanıt oluşturabilmek için açıldı. Göç dalgasının belli bir seviyeye ulaşmasıyla, Suriye’ye müdahale imkânı oluşturması beklendi.

Ayrıca bu kamplar iki taraflı çalışarak, yalnızca Suriye’den gelen Sünni muhaliflerin kalması için değil, aynı zamanda Suriye’de rejim ile çatışan örgütlere tıbbi, askerî ve lojistik destek verilebilmesi için de konumlandırıldı. ABD’nin desteği ile başlatılan eğit-donat programı ile muhalifler Suriye’de savaşabilmeleri için Türkiye’de eğitilmeye başlandı. Ancak daha önemlisi, muhaliflerin yetersizliği sebebiyle AKP arka planda cihatçılarla yakınlaşmaya devam etti.

Hatay’dan Gaziantep’e, Niğde’ye kadar kurulan güney hattında önce Sünni muhalif grupların, ardından cihatçı örgütlerin tedavisini, finansman ve silahlandırılmasını sağlamak için koridor kuruldu.

***

AB’NİN GÖÇ PLANLAMASINDA TÜRKİYE

İlk olarak 2013’te, sonuncusu ise 2016 yılında imzalanan geri kabul anlaşması, Türkiye’yi AB’ye göç etmesi kabul edilmeyen vatandaşların sığınabileceği güvenli üçüncü ülke statüsüne sokuyordu. Bu da AB ülkelerinin kabul etmediği göçmenler için işaret ettiği “transit ülke” adresi olarak ülkeyi bir göçmen hapishanesi haline getirdi. Uluslararası anlaşma statüsü ve hukukiliği dahi hâlâ tartışılan, herhangi bir güncelleme ve revize yapılmayan bu anlaşmayla AB’nin nüfus ve güvenlik politikaları güvence altına alınırken, Brüksel’in en önemli dayanağı Türkiye haline getirildi.

■ Bu anlaşmaların yapıldığı dönemde, Türkiye’ye verilen vize kolaylığı sözleri ise tutulmadı. Geçtiğimiz yıllarda AB içerisinde giderek katılaşmaya başlayan göçmen karşıtı sınır politikalarından Türkiye vatandaşları da nasibini aldı. 11 yıldır gönüllü tampon bölge hizmeti veren Türkiye, bu süreçte Avrupa karşısındaki diplomatik denkliğini de kaybetti. Henüz geçtiğimiz günlerde Almanya’nın haftada 500 Türk sığınmacının geri alınması karşılığı vize işlemlerinin hızlandırılmasının teklif edebildiği bir seviyeye gelindi.

■ AB için yapılan bu fedakârlıkların karşılığı olarak 2013’ten bu yana AB’nin hem parasal hem de siyasal desteğini alan AKP, yalnızca göçmen deposu olmayı kabul etme karşılığında geçen 11 yılda 9 milyar dolarlık göçmen fonu aldı. İktidar bu fonu ne göçmenler ne de bir başka sosyal politikaya harcamadığı gibi, AB’nin siyasal desteği özellikle seçim süreçlerindeki en önemli meşruiyet araçlarından biri haline geldi.

■ Öyle ki bu mali ve politik desteği bir rüşvet haline getiren AKP, 2020’de bu desteğin kesilme ihtimaline karşı Edirne’deki sınır kapılarını açarak bir günde 18 bin göçmenin Avrupa’ya geçişine imkân verdi. 24 saatten kısa süren bu blöf, Avrupa’yı Erdoğan’a karşı tavrını değiştirmeye yetti. O günden bu yana Türkiye Batının göç deposu görevini sürdürmeye devam ediyor.

■ Geçtiğimiz yıl AB komisyonunun sığınmacı işlemlerini birlik sınırları dışına taşıma kararı, hedef ülke olarak Türkiye’nin önemini artırdı. İngiltere’nin yüzen hapishane gibi insanlık dışı çözümlerinin yanında, Türkiye’nin kaçak göçmenlerin önüne geçebilmesi için emniyet güçlerinin eğitilmesine yönelik anlaşma imzalandı.

■ Bunun yanında AB’nin sınır güvenliğini artırmaya yönelik yeni Göç ve İltica Paktı, Türkiye’deki göçmen nüfusa yönelik yeni bir sömürü biçimi sunuyor. Türkiye’de ucuz işçi stoğu haline getirilen mülteci nüfusun belli bir kısmının eğitilerek kalifiye işçi haline getirilmesi, ardından titiz bir seçimle azınlık bir kısmının Avrupa’da çalışmalarına izin verilmesi planlanıyor. AB’nin Türkiye’deki göçmenler üzerinden ucuz kalifiye işçi sömürüsü planı, Türkiye pazarından seçilecek bu işçilerin sonrasında yeniden ülkeye gönderilmesi ile sonuçlanacak.

***

SERMAYENİN GÖZÜNDEN GÖÇMENLER

“Şu anda Türkiye'de tarım sektörü, sanayide, hallerde istihdama ihtiyaç var. Benim babamın koyunları var mesela çoban bulamıyorum diye söyleniyor. Şu anda işgücüne ihtiyaç var.” - M. Çavuşoğlu, Eski Dışişleri Bakanı.

“Çok önemli bazı yerlerden Suriyelileri bir çekin, Suriyeliler bir gitsin ülke ekonomisi çöker.” - Yasin Aktay, Cumhurbaşkanı danışmanı.

Türkiye’de mülteci krizini besleyen en önemli iç dinamiklerden biri de sermayenin göçmen işçiler üzerinden kurduğu ucuz emek rejimi. Ülkede en kötü, güvencesiz şartlarda yaşayan, ciddi bir kısmı asgari ücretin de altında maaşlarla çalıştırılan kayıtsız işçi sayısı milyonlarla ölçülüyor. Türkiye’ye yönelik göçmen akımının ardından büyüyen bu yeni sömürü ağı, ilk günden bu yana da iktidar tarafından destekleniyor. Hem iktidar hem de sermaye açısından göçmen emeği bugün hayati önemde. İnşaat, tekstil, imalat gibi sektörlerde göçmen emeği düşük ücretlerle sermayeye dev bir kâr payı yaratmanın yanı sıra göçmen olmayan işçiler açısından da ülkenin tamamında ücret baskılama yöntemi olarak da kullanılıyor.

Türkiye’de kayıt dışı işçilik, göçmen dalgasının yarattığı bir kriz -ya da fırsat- değil, emek rejimindeki dönüşümün önemli bir dinamiği. AKP’nin iktidara geldiği 2002’den bu yana ilk günden beri sürdürdüğü en istikrarlı politika, çalışma yasalarındaki esnemelerle sömürü ve örgütsüz, güvencesiz çalışma koşullarının normalleştirilmesi. Bu politikalar sayesinde bugün Türkiye’de çalışan nüfusun yarısına yakını asgari ücret ve civarında maaş alıyor, haftalık çalışma sürelerinde Avrupa lideriyken, sendikalılık oranında ise sonuncu. Çalışan nüfus sahip olduğu tüm kazanım ve güvenceleri hızla kaybetmeye devam ederken, halihazırda açlık sınırının altına düşen asgari ücret bile patronlar tarafından fazla bulunuyor. Dolayısıyla Suriye iç savaşı ile birlikte “beklenmeyen” bir şekilde başlayan göç, emek rejimindeki bu dönüşümü hızlandıran bir dinamik olarak gelişti.

Türkiye’de büyük çoğunluğu kayıt dışı çalışan göçmen işçiler, bir kısmı kayıtsız, iş güvenliği ve denetimin olmadığı atölye, imalathane, fabrika ve hatta madenlerde çalışıyorlar. KİT’lerin iptal edilmesi ile pıtrak gibi çoğalan kaçak madenlerdeki ölümcül koşullarda en fazla göçmen işçiler çalıştırılıyor. Hakeza tekstil atölyeleri, göçmen emeğinin en çok sömürüldüğü sektörlerden biri.

Ağır ve sağlıksız koşullarda çalışan göçmen işçiler, aldıkları düşük ücretler sebebiyle benzer şekilde metruk, kaçak yapılarda, kalabalık nüfuslar halinde yaşamak zorunda kalıyor. Bu durumun yaygınlığı, bu şartların iktidarın keyfiliği ya da denetimsizliği ile değil bilinçli bir plan dahilinde şekillendiğinin en önemli göstergesi.

Özellikle 2021 sonrası büyüyen döviz krizi ve enflasyon koşullarında, yerli sermaye ayakta kalabilmenin ötesine geçip krizi fırsata çevirdi. Türkiye İhracatçılar Meclisi başkanının “asgari ücret maksimum 300-400 dolar olmalı” demekten çekinmediği bir atmosferde, göçmenlerin düşük ücretleri bir ücret baskılama aracı haline geldi.

Türkiye’de göçmen işçilerin yaşadığı sorunlar, yalnızca ücretler ve yaşam koşullarıyla sınırlı değil. Geçtiğimiz yıl Zonguldak’ta çalıştığı kaçak madenin patronları tarafından öldürülüp böbreği çalınan, ardından yakılan cesedi sokağa bırakılan Afganistanlı göçmen Vezir Muhammed Nourtani’nin öyküsü, Türkiye’de göçmen işçilerin sömürü koşullarını açıkça ortaya koyuyor.

Ülkede her sektörde artan işçi cinayetleri içerisinde, göçmen işçi ölümleri de önemli bir yer tutuyor. Patronların ucuz emek gücü olarak gördüğü göçmen emekçilere yönelik düşmanlık da bilinçli ve ikiyüzlü bir şekilde palazlandırılıyor. Göçmenlere yönelik tüm nefret saldırıların odağında organize sanayi bölgeleri civarındaki yerleşimler olması boşuna değil. Tüm bu saldırılar, ücretleri baskılanan yerli işçilerin “gazının alınması” kadar, göçmen işçilerin de dayatılan koşullara razı edilmesi işlevi de görüyor.