Havalı bir ders
Vampirlerin yüzyıllara dayanan bilgi birikimi ile çağdaş kültürün geçici doğası arasında bir tezat var ve bu tezat yüzeysel olana takıntılı bir dünyada derinlik ve alçakgönüllülüğün kalıcı değeri üzerine güçlü bir yorum sunuyor.
Yaz akşamlarının nostaljik keyfi olarak temmuz ayının başında Bob Marley One Love filmi ile başlayan KüçükÇiftlik Bahçe Sineması, seçkisindeki filmleriyle tüm yaz boyunca gösterimlerine devam etti ve bu hafta Only Lovers Left Alive (Sadece Âşıklar Hayatta Kalır, 2013) filmi ile sonlanıyor. Bazı zorluklardan uzaklaşmak ve biraz dinlenmek isterseniz, açık havada bira içerek özel bir filmi tekrar izlemek, tanıdık sahnelerin tadını çıkarmak veya belki de daha önce fark etmediğiniz detayları keşfetmek için harika bir fırsat olabilir. Böyle bir deneyim için de Sadece Âşıklar Hayatta Kalır en harika seçimlerden biri olabilir. Bağımsızların bağımsızı Jim Jarmusch’un yazıp yönettiği bu film izleyeni etkili açılış sahnesi ile anında hipnotize edebilen, unutulması güç bir film. Günümüz insanı üç günlük bilgiyi zarafetle karşılamaktan yoksun iken bu filmdeki ikilinin yüzyıllardır biriktirdikleri bilgi ile bizlere verdiği ders şahane. Filmin, özden çok stile değer veren bir dünyada gerçekten havalı olmanın ne anlama geldiğine dair havalı bir ders verdiğini söyleyebilirim.
ZENGİN BİR METAFOR
Derin bir zamansızlık ve bilgelik duygusunu aktarmak için vampir kahramanlarını kullanan film, gerçek sofistikeliğin dış görünüşten ziyade içsel bir alçakgönüllülükten geldiğine dair bir söz söylüyor. Vampirlerin yüzyıllara dayanan bilgi birikimi ile çağdaş kültürün geçici doğası arasında bir tezat var ve bu tezat yüzeysel olana takıntılı bir dünyada derinlik ve alçakgönüllülüğün kalıcı değeri üzerine güçlü bir yorum sunuyor. Sadece Âşıklar Hayatta Kalır, yalnızca yüzeydeki gösteriş değil, derin bir sanat, kültür, edebiyat ve yaşama dair tutkuyla örülü ve her şeyden önemlisi ise aşk üzerine tutkulu şeyler söyleyen bir film. Elbette yüzyıllardır yaşayan vampirlerin bu sözleri söylemesi ancak Jarmusch gibi bir zekânın elinden çıkınca bu denli harika olmuş. İnanın bu birikime sahip insanları hayal edip konuşturmak herkesin harcı değil. Ayrıca filmdeki vampirlerin uzun yaşamları, sanatın, aşkın ve bilginin kalıcı gücü için zengin bir metafor oluştururken, klişeleri mizah ile irdelemesi bu filmi tamamen zarif, ince düşünülmüş ve estetik açıdan üst düzey bir orijinalliğe götürmeyi başarmış.
İYİ MÜZİK, İYİ KAN
Tom Hiddleston’un canlandırdığı, modern dünyadan giderek uzaklaşarak yalnızlığa çekilmiş olan Adam karakteri ve Tilda Swinton’ın canlandırdığı Adam’ın yüzyıllardır aşkı olan vampir karısı Eve ana kahramanlarımız. Tarihte pek çok beste, roman aslında onların elinden çıkmış fakat onlar isimlerini hep gizlemişlerdir. Eve, Tanca’dayken telepati yolu ile Adam’ın iyi olmadığını hisseder ve Detroit’e gelir. Beraber iyi müzik dinlerler, iyi kan içerler, eski arkadaşları olan Lord Byron’dan bahsederler. Filmde vampir âşıklarımızın kan içişlerinin tasviri onları adeta eroin alıyorlarmış gibi görmemizi sağlar. Vampirlerimizin kan içtikten sonra uçuşa geçmeleri bana punk rock tarihinin en çalkantılı ve trajik çiftlerinden olan Sid ve Nancy ikilisini çağrıştırdı. Bu çağrışım, hem sanatsal üretimin hem de alt kültürlerin karanlık yanlarını gözler önüne sermesi açısından güçlü bir benzetme. Son derece hipnotik olan bu sahnelerde uyuşturucunun yüceltilmesinden ziyade, alt kültürlerin ve bu kültürlerin içindeki yaratıcı bireylerin toplumun geri kalanından nasıl ayrıldığına dair bir ironi olarak görmeniz filmi farklı bir bakış açısıyla ele almanızı sağlayacak. Filmdeki diğer şahane sahnelerden biri, Eve ve Adam’ın, klasik Jaguar araba içerisinde, terkedilmiş görünen Detroit sokaklarında gezerlerken Jim Jarmusch’un da SQÜRL grubunun enfes müziğinin onlara eşlik ettiği sahne. İnsanlara ‘zombi’ diyen vampirlerimiz, araba ile gezerken bir yandan zombilerin yani insanların doğayı, kültürü kısacası el attıkları her şeyi mahvettikleri bir dünyayı bizlere gösteriyorlar.
CHRISTOPHER MARLOWE İSİMLİ BİR VAMPİRE
Bir diğer şahane sahne, Eve’in yaşadığı yer olan egzotik Tanca’da casus filmlerindeki gibi gizemli bir şekilde dolanırken bizleri hayli kültürlü, zarif ve yaşlı olan Christopher Marlowe isimli bir vampir ile tanıştırması. Vampirin isminin, Shakespeare’in oyunlarını yazan kişi olduğu söylenen kişi ile aynı olması elbette tesadüfi değil. Özellikle de, Shakespeare’in eserlerindeki insanların tutkularının ve arzularının onları felakete sürüklediğini ve karakterlerinin güç, bilgi, ya da aşk peşinde koşarken kendi sonlarını hazırladıkları düşünülürse. Peki insana dair her şey topyekûn kötü mü? Filmde söylenmek istenen bu olabilir mi? Hayır değil. Adam hayran olduğu, kahramanlaştırdığı kimse olmadığını söylese de yaşadığı odanın duvarlarında Oscar Wilde, Christopher Marlowe, Buster Keaton ve Joe Strummer’ın fotoğrafları asılı duruyor. Hiç bir dönem hiç bir şey tamamen kötü olmaz, iyi de olmaz. Yüzyıllar boyunca insan türü nice eserler verdi, felsefeler üretti, söylemler geliştirdi. İnsanların en büyük hataları bunlara sırtlarını dönmek oldu. Bizleri ilgisizlik, bilgisizlik ve şekilcilik bitirdi. Var olan nice yücelikleri görmedik veya görmezden geldik. Kolaycılığa kaçtı kimimiz, kimimiz boşlukta takıldı, kimimiz üçkağıt yaptı, kimimiz çabuk sıkıldı, kimimiz acelesi varmış gibi tüydü, kimimiz ise sadece eğlenmek istedi. Ama durum şudur ki olan oldu ve sadece âşıklar hayatta kaldı.