Hayat pahalılığı ve direniş olanakları

Yusuf Tuna Koç
Türkiye’de siyaset her ne kadar en üst perdeden jeopolitik krizlere, kimlik gerilimlerine ve partiler arası pazarlıklara sıkıştırılsa da milyonlarca insanın yaşam kavgası kendisini son bir senedir neredeyse her ay kesintisiz olarak süren direniş biçimleriyle ifade ediyor. Üreticilerin ürünlerini yaktığı sonbahar, işçilerin madenleri işgal ettiği, Ankara’ya yürüdüğü kışa dönerken, farklı toplumsal mücadele dinamikleri birbirleriyle peş peşe, kimi zaman kesişen anlar içerisinde, benzer taleplerle yükseliyor. Fernas işçilerinin özelleştirmeye karşı kendilerini madene kilitledikleri direniş 53 gün sürerken, Polonez işçileri sendikal haklarına sahip çıkmak için başlattıkları Ankara yürüyüşünden polisin tüm müdahalelerine rağmen geri atmadılar. Metal grevi Cumhurbaşkanlığı kararıyla kanunsuz biçimde alelacele iptal edilirken, ülke çapında büyüklü küçüklü birçok işyerinde direnişler, hak mücadeleleri sürmeye devam ediyor.
Diğer yandan, Türk-İş’in rakam açıklayıp kendisini küçük düşürmek istemediğini iddia ettiği asgari ücret pazarlıkları ise Şimşek’i değil emekçileri zora sokacak bir çizgide sürüyor. Türkiye’de ekonomik krizin sebepleri iktidar yandaşları ve ana akım liberal iktisatçıları tarafından bir gün Avrupa’da haftalık çalışma saati ve asgari ücretli oranında zirvede olan emekçilere yükleniyor, diğer gün sözde muhalif bir sağ parti vekili, yine Avrupa’da nüfus yoğunluğuna oranla en az kamu istihdam ve yatırımı olan, devlet okullarına sabun eklenemeyen Türkiye’de suçun kamu yatırımı olduğunu iddia edebilecek kadar ileri gidebiliyor. Ancak tüm bu hedef şaşırtmalar, mücadelenin gerçekliği içerisinde kayboluyor. Türkiye’de özellikle 2023 Mayıs seçimlerinin de bir sonucu olarak sokakta toplumsal mücadele kendisini tekil ve birbirinden kopuk olduğu kadar da sık eylemlerle sürdürüyor. Geçtiğimiz haftalarda yine bu sayfada yer verdiğimiz KESK’in “Geçinemiyoruz” Mitingi, bu mücadeleleri bir araya getirmeye yönelik bir adım olarak gencinden emeklisine binlerce insanı Ankara’da buluşturmuştu.
BirGün Pazar Forum sayfalarında bu hafta da toplumsal mücadele dinamiklerinin bugüne özgü sokak halini Serkan Öngel’e sorduk.
***
Sosyal Politika Uzmanı, Akademisyen Serkan Öngel
Türkiye’de geniş emekçi kesimler, başta temel gıda ürünleri, kiralar olmak üzere fiyatlarındaki hızlı artış ve bunun eşlik ettiği reel ücretlerin giderek gerilemesi gerçeği ile karşı karşıya. Bu durum işçi sınıfı başta olmak üzere emekçi kesimlerin yaşamsal koşullarını ağırlaştırmaktadır. Bu süreçte gelir adaletsizliği daha görünür hale gelirken, işçiler arasında biriken öfke ve kaygı, potansiyel bir toplumsal tepkinin tohumlarını ekmektedir. Ancak mevcut ekonomik ortamda, ağırlaşan yaşam koşullarına karşın, Türkiye’de işçi sınıfının bu öfkeyi doğrudan sokak eylemlerine, geniş katılımlı grevlere ya da yaygın protesto eylemlerine dönüştürebildiğini söylemek güçtür. Bu çelişkiyi anlamak için dayanışma, örgütlülük düzeyi ve sendikal yapıların konumunu irdelemek gerekir.
Yüksek enflasyon dönemlerinde yaşam koşullarının ağırlaşması nedeni ile işçilerden kitlesel ve etkili eylemler beklenmesi doğal bir öngörüdür. Bu tip dönemlerde işçilerin fiyat artışlarını telafi eden ücret artışları ile karşılaştığında artan hoşnutsuzluğun hem örgütlü hem de örgütsüz işçiler açısından eylemliliğe dönüşme olasılığı yüksektir.
Son dönemde, kamuoyuna yansıyan kimi işçi eylemleri mevcuttur. Örneğin Tek Gıda İş üyesi Polonez işçilerinin sendikalaşma hakları için verdikleri mücadele, madencilerin Ankara’ya uzanan eylemleri, Birleşik Metal-İş’in toplu sözleşme sürecinin sonucu olarak MESS ile yürüttüğü, grev noktasına uzanan ve yasal engellemelere rağmen devam eden eylemleri, Türkiye’de işçi hareketinin tamamen “sessiz” olmadığını göstermektedir. Hatta bu eylemlerin niteliği genel sessizlik ortamına zıt bir şekilde radikal özellikler göstermektedir.
SENDİKALARIN ROLÜ
Türkiye’de işçi eylemlerinin güçlü bir mücadeleye dönüşememesinin temel nedenlerinden biri, sendikal hakların ve özgürlüklerin yasal, idari ve fiilî kısıtlamalara tabi olmasıdır. Örgütlenmenin önündeki engeller, işkolu barajları, toplu sözleşme süreçlerindeki bürokrasi ve işverenlerin saldırgan tutumu, sendikaların toplumsal etki alanını daraltmaktadır. Ayrıca geçmişte 1980 darbesi ve sonrasında şekillenen hukuki çerçeve, sendikaları zayıflatmış, toplumsal zeminini ve eylem kapasitesini geriletmiştir.
Türkiye’de sendikal hareketin en büyük konfederasyonu olan Türk-İş, geleneksel olarak hükümetlere yakın bir çizgide konumlanmaktadır. Bu konumlanış, onu radikal ve yaygın eylemlerden alıkoymakta, tabandan gelen taleplerin güçlü bir eylemliliğe dönüşmesini çoğu zaman engellemektedir. Buna karşın yakın dönemde Türk-İş’in organize ettiği ve son dönemdeki en kalabalık işçi eylemlerinden biri olan eylemin, tabandaki talep biriktikçe konfederasyonun da kısmen hareketlenmeye itildiğini göstermiştir. Tabanın ekonomik krize karşı tepkisi, konfederasyonun –her ne kadar sınırlı kalsa da– bir miting örgütlemesine yol açmıştır. Bu, tabandan yukarıya doğru yükselen taleplerin örgütlü yapılarda ne denli belirleyici olabileceğinin bir örneğidir.
Tarihsel bir mirasın sorumluluğunu taşıyan DİSK ise asgari ücret ve vergi temelli yaptığı, zaman zaman kitleselleşen, eylemlere yönelse de örgütlü gücünden daha çok, propagandif bir çabaya öncelik vermektedir.
DAYANIŞMA EKSİKLİĞİ
Burada kritik bir soru ortaya çıkmaktadır: Neden yaşam koşulları bu kadar ağırlaşmışken Türkiye’de işçiler büyük ölçekli ve yaygın eylemliliklere imza atamamaktadır? Bu sorunun yanıtı, sendikal özgürlüklerin önündeki engellere, tarihsel hafızanın zayıflığına ve belki de en önemlisi, dayanışma eksikliğinde aranmalıdır. İşçilerin seslerini daha yüksek perdeden duyurabilmesi, onları birbirine bağlayan ortak bir dayanışma kültürünün gelişmesiyle mümkündür.
TABANDA BİRİKEN TEPKİ
Türkiye’de yoksullaşmanın derinleşmesi, alım gücünün düşmesi, asgari ücretin giderek erimesi ve birçok ücretin asgari ücret düzeyine yakınsaması, tabanda büyük bir rahatsızlık yaratmaktadır. Ancak bu tepkiyi kanalize edecek, örgütlü bir güce dönüştürecek dayanışma ağlarının ve örgütsel becerilerin yetersizliği, yaygın ve etkili bir işçi hareketinin filizlenmesini geciktirmektedir.
Bu noktada, dayanışma fikrinin altını tekrar tekrar çizmek gerekmektedir. İşçilerin eylemliliğinin ve tepkisinin örgütlü bir güce dönüşmesi kolay bir süreç değildir. Ortaya çıkan eylemliliklerin niteliği ancak kalıcı örgütsel zeminler yaratıp yaratmadığı ile değerlendirilebilir. Ücret temelli mücadeleler, kalıcı dayanışma formlarına evrilmediği oranda, gelip geçiciliğin hâkim olduğu bir durumun sürekliliğini sağlamaktadır.
Ancak işçiler arası rekabetin yerini dayanışmaya bıraktığı, farklı sektörlerdeki işçilerin dönem dönem konfederasyonları da aşan kanallarının güçlendiği, sendikaların ve bağımsız işçi eylemlerinin birbirleriyle bağ kurduğu, sınıf bilincinin güçlendiği bir atmosferde işçilerin talepleri daha görünür hale gelebilir. Dolayısıyla odaklanılması gereken temel mesele, emek mücadelesinin bütüncül bir perspektifle, sektörel bölünmeleri ve iç rekabeti aşacak şekilde ve dayanışma temelinde örgütlenmesidir.
GELENEK, ÖZNE VE MÜCADELE KÜLTÜRÜ
Türkiye’de işçi mücadelesinin başat unsurlarından biri, geleneksel bir örgütlenme kültürünün varlığıdır. Güçlü bir sendikal gelenek ya da daha önce yaşanmış kolektif mücadele deneyimleri, bugünün eylemliliklerine zemin hazırlayabilir. Birleşik Metal-İş Sendikası gibi işyerlerinde komiteleşen, sendikal örgütlenmeyi kalıcı bir dayanışma temeline çeken sendikaların eylemleri, işçilerin geleneksel mücadele hafızasını canlandırabilmekte, tabandaki tepkiyi daha görünür hale getirebilmektedir. Mücadelelerin başarısı, kimin (hangi öznenin) bunu örgütlediği, nasıl bir mirası devraldığı, hangi dayanışma ağlarını oluşturduğu gibi faktörler tarafından belirlenir.
Tarihsel olarak Türkiye işçi sınıfı, dönem dönem, kitlesel direnişler ve grevler yaşamıştır. Bu hafızanın canlandırılması, günümüzde yaşanan sessizliği kırabilecek bir anahtar rolü oynayabilir. Ancak bugünün koşullarında hem yasal engeller hem de toplumsal yapıya sirayet eden bireyselleşme ve korku iklimi, bu hafızanın pratikte yeniden üretimini güçleştirmektedir. Ancak somut örnekler bu korku ikliminin dayanışma temelinde aşılabildiğini ve radikalleşebildiğini göstermektedir.
Sonuç olarak, Türkiye’de ağır ekonomik kriz koşullarına rağmen işçi sınıfının yaygın ve etkili bir eylemlilik sergileyememesi, birden çok faktörün bir arada çalıştığı karmaşık bir tablodan kaynaklanmaktadır. Sendikal yapıların kısıtlı manevra alanları, hükümete yakınlık, grev yasakları, işyerlerinde rekabetin dayanışmanın önüne geçmesi, geleneksel mücadele ağlarının zayıflaması ve tarihsel hafızanın güncellenememesi bu durumu beslemektedir. Buna karşın Polonez işçilerinin, madencilerin, Birleşik Metal-İş başta olmak üzere geleneksel sendikaların eylemleri, Türk-İş’in gerçekleştirdiği kitlesel miting, tabanda biriken tepkinin zaman zaman yukarıyı hareket ettirdiğini ve dayanışma temelinde kurulmuş zeminler üzerinde yükselen bir potansiyelin var olduğunu göstermektedir.
Asgari ücret meselesini merkeze alan bir mücadele hattının sorunların çözümü noktasında cılız bir etkisi bulunmaktadır. İşçi sınıfının beklentilerini son sözün siyasetin en tepesinden belirlendiği bir sürece indirgemek, içinde bulunduğumuz çıkmazın somut bir yansımasıdır. Bu nedenle işçilerin örgütlü gücüne, dayanışmasına dayalı bir zeminin önemi büyüktür.
Bu noktada ancak sınıf temelinde yapılanmış, tek derdi ücret olmayan, sınıfın ortak çıkarlarını ve eylemini örgütleme iddiasındaki sendikaların dayanışma temelindeki örgütlenmesi bu zemini güçlendirebilir. Önünde hangi sıfat olursa olsun, Türkiye sendikal hareketinin öncelikli meselesi, burjuva siyasetinin dışında, işçi sınıfının arzu ve beklentilerini merkeze alan bir hattı, sahici bir zeminde örgütlemektir. Bunu üyesi olduğu işçilere sırtına dönen, siyasal çıkarlarını emeğin beklentilerinin önüne alan sendikal merkezlerin başarması mümkün değildir. Türkiye işçi sınıfı, ancak dayanışmaya dayalı, örgütlü ve geleneksel mücadele dinamiklerini yeniden canlandıran bir hat kurduğunda, yaşadıkları ekonomik krizin ağır yükü karşısında etkili bir toplumsal güç olarak sahneye çıkabilecektir.
Bu bağlamda Birleşik Metal-İş Sendikası tarafından yürütülen ve gücünü dayanışmasından ve mücadele geçmişinden alan haklı ve meşru grevin sonuçları önemlidir. Burada açığa çıkan bir başarı sadece 2 bin metal işçisi açısından değil, tüm işçiler açısından sonuçlar yaratacak, belki de 2025 yılındaki işçi eylemlerinin işaret fişeği olacaktır.