Hem ‘yan sanayi’, hem de ‘çıkma’ film!
Orijinal olmayan endüstriyel ürünlere ‘yan sanayi üretimi’ deniyor ya, galiba bugün dünyanın en fazla yan sanayi malzemesi, ‘Hollywood Kültür Sanayi Sitesi’nde kullanılıyordur! Bir de, çoğunlukla kaza geçirmiş araçlardan sökülüp yeniden kullanılan parçalar var, ‘çıkma parça’ adı verilen bu malzemelerden de çok faydalanıyor Hollywood ustaları...
Uyarlama (adaptation) ve yeniden-yapım (remake) gibi kültürel üretim biçimlerinden söz ederken böyle bir terminoloji kullanmam garip gelebilir, gelmesin lütfen. ABD’nin 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Marshall Planı’yla başlattığı dönemin kültürel ayağı son 50 yıldır böyle, yan sanayi ve çıkma parçalarla işliyor.
Başka ülke sinemalarında da uyarlama ve yeniden-yapımlar görülür -Türkiye’de 1970-’80lerde çok yapıldı-, bunda anormal bir şey yok. Kimi zaman kültürel etkileşim amacıyla, ama çoğunlukla başarısı kanıtlanmış formülleri kullanıp üretim maliyetini azaltmak ve kâr marjını yükseltmek için, kitlesel beğeni kazanmış yazınsal ürünler ve tiyatro yapıtları beyazperdeye uyarlanmış, çok seyirci toplayan filmler küçüklü büyüklü kültürel değişikliklerle yeniden yapılmıştır. Ama devasa ‘film üretim bandı’ Bollywood’da (Hindistan) bile kısıtlı olan bu yöntem, bugün Hollywood’da neredeyse temel üretim biçimine dönüştü.
Avrupa veya Asya yapımı bir film çok mu beğenildi, Hollywood hemen yenisini yapıyor. Çok tutan bir çizgi-roman serisi veya bilgisayar oyunu mu var, Hollywood hemen film haklarını satın alıyor. Kabaca ‘Hollywood standartları’ olarak adlandırdığımız teknik ölçülere uygun biçimde uyarlanan ve yeniden-yapılan her şey, küreselleşme denilen tek yönlü yayılmacılık hareketinin pençesindeki dağıtım ağları sayesinde özgün üründen daha çok satılıyor, daha bilinir oluyor. Hatta kimi zaman, Türkiye’den bir örnekle çok güzel açıklanabilecek şöyle bir kültürel çarpılma bile yaşanıyor: “Aaa! Gördün mü, Aşk-ı Memnu’nun kitabını da çıkarmışlar!”
Bu öyle abartılı ve mantıkdışı bir hal aldı ki, ‘Hollywood Sanayi Sitesi’ ya da ‘sinekten yağ çıkarma endüstrisi’ gibi alaycı yakıştırmalar yapmadan meseleyi tartışamaz hale geldik.
Hollywood fabrikası, devam filmleriyle başlattığı ‘sinekten yağ çıkarma’ işini yan ürünlerle sürdürüyor: Çok satan, genellikle Marvel ya da DC’nin yayımladığı bir çizgi-roman sinemaya uyarlanıyor, ardından devam filmleri yapılıyor, suyunun suyunun suyu iyice çıkarıldıktan sonra, bu sefer ‘yan ürünler’e geçiliyor; çizgi-romandaki ikincil, hatta üçüncül derecede öneme sahip karakterlerin ana karakter olduğu film serileri başlıyor! Bu arada, patentli-lisanslı ‘yan sanayi’ ürünleri olarak tezgaha düşen karakterler ‘şu’ yazar ve ‘bu’ çizerlerin karakterleri olmaktan çıkıp bir tür ucubeye dönüşüyor ama dert değil, fabrikanın bacası tütsün, yeter!
Bu sinekten yağ çıkarma sürecini normalleştirmeye yönelik, rasyonel bir adlandırma yöntemi de var: ‘Marvel Evreni’, ‘DC Evreni’, X-Y-Z evreni... Böylece, bu evrendeki tüm parçaları istedikleri gibi takıp çıkarıyor, size yeni ürünmüş gibi sunabiliyorlar.
∗∗∗
Bu hastalıklı üretim sisteminin son ürünlerinden biri, geçen hafta gösterime girdi: Aynı adlı bilgisayar oyunundan uyarlanan Until Dawn/Şafağa Kadar.
Bütünlükten yoksun, başı sonu ayrı oynayan, neresinden bakarsanız bakın anlatı sanatlarının binlerce yıllık kazanımlarından hiç nasibini almamış gibi görünen bu ‘çıkma film’, beş genç arkadaşın içine düştükleri zaman tuzağından sağ kurtulma öyküsünü anlatıyor’muş gibi’ yapıyor.
Bu tür öyküler daima ilgi çeker, çünkü ‘kahramanın yolculuğu’nu daha net görebiliriz: Deneyimlerin getirdiği bilgi birikimi, tarih ve tekerrür ilişkisi, hep aynı yöntemlerle olumlu sonuç alınamayacağı anlaşıldığında yaşanan değişimler, ve nihayet olgunlaşarak eve dönüş...
Clover adlı genç kız, bir yıldır kayıp olan ablası Melanie’nin kaybolduğu eski maden bölgesine dört arkadaşıyla birlikte yolculuk yapıyor. Tuhaf bir yağmur fırtınasından kurtulup, uzun süredir kimse uğramıyormuş gibi görünen bir binaya -eski madenin ‘ziyaretçi merkezi’ne- sığınıyorlar. Ama neden tesadüfen gelmiş gibi ‘sığınıyorlar’ ki, zaten oraya ulaşmak için yola çıkmamışlar mıydı? Bundan sonrası da benzer soru işaretleriyle dolu: Abla oraya neden gitmiş, bu gençler orada tam olarak ne bulmayı umuyor, sıkışıp kaldıkları evdeki ölme-dirilme-tekrar ölme-tekrar dirilme mekanizması nasıl çalışıyor ve, Groundhog Day/Bugün Aslında Dündü’den (1993) Happy Death Day/Ölüm Günün Kutlu Olsun’a (2017-2019) dek tüm ‘zamanda sıkışıp kalma’ anlatılarının temel unsuru olan ‘bilinç değişimi’ ve ‘olgunlaşma’ya bu filmin karakterlerinde hiç rastlamadığımıza göre, tam olarak ne işe yarıyor?
Sanki bilgisayar oyununun albenisine kapılmış gibi görünen senaryo-yönetim ekibi -senarist Gary Dauberman’ı gerici korku filmleriyle tanıyoruz- öykünün akışında nedensellikle hiç ilgilenmiyor. Sonuçta ortaya, Hollywood teknik standartlarıyla bile görünmezleştirilemeyecek denli devasa senaryo boşlukları olan kötü bir ‘yan sanayi’ ürünü çıkıyor.
Diğer ülkeleri bilemem ama, bizim gençler artık bunu yutmaz gibi geliyor bana; bugün neo-faşizm olarak adlandırdığımız kapitalist otoriterliğin nedensellik zincirini 19 Mart’tan bu yana müthiş bir dirençle sorgulayan bu kuşak, bunları kolay kolay yutmaz artık...