Hemme ve yönetmeninin avukat olduğu filmlerden biri
Hemme neredeyse tamamı amatör oyuncularla (Güneş Sayın ve Ali Barkın hariç), yönetmen Murat Fıratoğlu’nun doğup büyüdüğü Siverek’te çekilmiş oldukça alçakgönüllü bir film.

Ece Vitrinel - Doç. Dr.
Venedik Film Festivali’nin Orizzonti Bölümü’nden Jüri Özel Ödülü’yle döndükten sonra Altın Koza ve Ankara Film Festivalleri’nde En İyi Film Ödülü’ne uzanan Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri (bundan sonra kısaca Hemme) Cuma günü vizyona girdi. Murat Fıratoğlu’nun senaryosunu yazıp yönettiği, oyuncu bulamadığı için başrolünü de üstlendiği bu ilk uzun metrajını Adana’da, Altın Koza kapsamındaki Türkiye prömiyerinde izleme fırsatı buldum. Bunu hayatımda tanıklık ettiğim en unutulmaz seanslardan biri yapansa elbette filmle ilgili, filmin tetiklediği, fakat filmden öte, ondan büyük bir şeydi: Salonda film izlemenin ne demek olduğunu hatırlatan, farklı koşullar altında, başka zaman ve mekânlara ait olabilecek kişilerin bir araya gelmesiyle oluşabilecek coşkuyu gösteren eşsiz bir toplu seyir deneyimi. Anlatmaya çalışacağım.
Hemme, Güneydoğu’da bir domates hasadıyla açılıyor. Yakıcı bir güneşin altında işçilerin kan ter içinde çalışmasına, küçücük molalarına, emek sürecine, sınıf çatışmasından da ziyade aynı sınıf içindeki hiyerarşilerden doğan iktidar mücadelelerine tanık olduğumuz etkileyici bu ilk sekansla toplumsal gerçekçi bir film izleyeceğimize ikna oluyoruz. Tarlada borçlarını ödemek için çalışan fakat yevmiyelerin gecikmesi ve yine ödenmemesi yüzünden ustabaşı Hemme’yle kavgaya tutuşan Eyüp, istediğini de hıncını da alamayınca çareyi evinden silahını kapıp Hemme’nin peşine düşmekte buluyor. Öfkeyle çıktığı ve sürekli arıza yapan motosikletinin de ihanetine uğradığı bu yolda, “yavaş sinema” estetiğine uygun bir biçimde bol bol yürüyor Eyüp.
YAVAŞ AMA “O KADAR DA YAVAŞ OLMAYAN” SİNEMA
“Önceki filmi var ya Uzak, onu izledim koydum, adam yürümeye başladı, yürümesinden bıraktım, gittim elektriği, suyu yatırdım, her şeyi temizledim geldim, adam hâlâ yürüyor. O kadar güzel film yani”. 2010 yapımı Recep İvedik 3’te, korsan film satıcısıyla girdiği diyalogda Nuri Bilge Ceylan’ı çok sevdiğini söyleyen Recep’in bu sözleri, anaakım komedilerin belli bir türe bakışını hoş bir şekilde göstermenin yanı sıra Türkiye’de adı yavaş sinema ile özdeşleşmiş NBC’nin üslubuyla dalga geçme niteliği de taşır. Öyle ki, Bir Zamanlar Anadolu’da (2011) filminde öldürülen karakterin Recep İvedik’e benzetilmesiyle Nuri Bilge Ceylan’ın Şahan Gökbakar’dan intikam aldığı yönünde iddialar bile çıkar. Filmin kurgu günlüklerinde Ceylan’ın Recep İvedik 3’ü oğluyla birlikte, Bir Zamanlar Anadolu’da filminin çekimleri tamamlandıktan sonra izlemiş olduğunun ortaya çıkmasıyla bu eğlenceli konuya nokta konulur.
Adana’da NBC başkanlığındaki jüri tarafından ödüllendirilen Hemme’nin Eyüp’ü ise, aslında yavaş yürümüyor (Omzunda karpuzunu taşıdığı yaşlı amcanın koluna girdiği anlar hariç). Öfkeli Eyüp, Siverek’in geniş boşluklarını seyre daldığımız geniş planlar boyunca sabit bir kadrajı baştan uca geçiyor ya da kuşbakışı bir perspektifi verev biçimde kesiyor. Bazen de, o kadrajdan çıktıktan sonra başbaşa kaldığımız uçsuz bucaksız bir manzaraya karşı hayallere dalıyoruz. Filmin Atlas Sineması’ndaki ön gösteriminde “Evde film izlerken otuz dakika dayanabiliyorum, gençlerde de bunu görüyorum. Filmi yaşlılar çok seviyor, belki de bu yüzden, dayanabildikleri için” diyor yönetmen Fıratoğlu’nun kendisi de. Sonra da gülerek ekliyor “ama film o kadar da yavaş değil ya”.
Gerçekten de film o kadar da yavaş değil ve işte biz de filmi evde izlemiyoruz, Adana’dayız. Eyüp’ün Hemme’ye ulaşmak için çıktığı yolda karşılaştığı insanlar, onu durdurup içine çeken gündelik olaylar, birbirinden bağımsız ve giderek absürdleşen sıradan durumlar karşısında Eyüp’ün takındığı ve herkese Elia Suleiman sinemasını anımsatan ifadesizlik, belki önce salondan birkaç kişiyi biraz daha sesli güldürüyor. Sonra bir diğeri kahkaha atıyor ve peşi sıra patlayan kahkahalar tüm salona tarifi zor bir coşku salıyor.
Sinemada kahkaha üzerine çalışan akademisyen Hanich, kahkahanın, diğer duygusal tepkilerle birlikte önemli bir kolektif farkındalık işlevini yerine getirdiğini ve bu bağlamda, duyguların açıkça ifade edildiği ana kadar izleyiciler tarafından görmezden gelinen bir kamusal alan inşa ettiğini söyler. Antropolog Augé’nin, sonuçtan bağımsız olarak maç izlemekten aldığı zevk tribünlerin boş ya da dolu olmasına göre değişen futbol seyircisi örneğinde olduğu gibi, sinema seyircisinin filmden aldığı zevk de salonda kahkahaların, bağırışların, küçük jest ya da yalnızca nefes alıp verişlerin varlığına göre şekillenebilir. İşte Adana’daki o seansta, o seansın empoze ettiği zaman-mekân birlikteliğinde, yine görsel sanatlarla ilgilenen antropologların iddia ettiği gibi, “benlik ekseni” ile “ötekilik ekseni” aynı anda etkinleşti ve böylelikle salon deneyimi, yalnızca kendi bedenimizi değil, başkalarının bedenlerini de kullanmayı bildiğimiz ölçüde bir “beden tekniği”ne dönüştü. Filmin sonunda salondan zılgıt sesleri yükseliyordu. Bilgisayar ekranı karşısında izlesek belki uyuklayacağımız filmden neredeyse halay çekerek, “biz ne yaşadık?” diyerek çıkmış olduk.
AĞZI İYİ LAF YAPAN YÖNETMENLER
Hemme neredeyse tamamı amatör oyuncularla (Güneş Sayın ve Ali Barkın hariç), yönetmen Murat Fıratoğlu’nun doğup büyüdüğü Siverek’te çekilmiş oldukça alçakgönüllü bir film. Hem Adana’da hem de Atlas Sineması’ndaki ön gösterim sonrası Fıratoğlu’nun samimi ve çok iyi soru-cevap performansı filmin çabasız mizahından da izler taşıyordu. Fıratoğlu çekimler boyunca “çok iyi doğaçlama yapan” güvercinlere teşekkür etti, filmin bir sahnesinde dikiz aynasından yansıyan set çalışanı görüntüsünü “bir yabancılaştırma”, “dördüncü duvarı yıkma” gayesiyle değil, bu görüntüyü post’ta sildirmenin pahalılığı karşısında “seyirciye sığınmak”la açıkladı. Sinemanın Theodoros Angelopoulos, Ken Loach, Stephen Frears gibi hukuk eğitimi almış (kimisi yarıda bırakmış olsa da) usta yönetmenleri malum. Fıratoğlu’nun da avukat olması, ister istemez son yıllarda yerli sinemamızın seyirciyle kurdukları diyalogla da öne çıkan hukukçu yönetmenlerini aklıma getirdi.
Bu isimlerden Selman Nacar ilk uzun metrajı İki Şafak Arasında’da (2021) hukuki olandan ziyade derinlikli bir şekilde bireyin içindeki adalet terazisi ve vicdanla ilgilendiğini gösterdikten sonra 2024’te vizyona giren bol ödüllü Tereddüt Çizgisi’yle setini doğrudan mahkeme salonlarına da taşımıştı. Nacar’ın MUBI Türkiye için Emin Alper’le yaptığı ve her bir planı nasıl detaylıca ele aldığını, içerik-biçim ilişkisi üzerine ne kadar çok düşündüğünü gösteren söyleşisi ders olarak okutulabilecek nitelikte. Elbette hukuk eğitimi almış bütün sinemacıları belli tematik tercihler ya da belli bir estetik ve üslupla tanımlamak mümkün değil. Fakat Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde aynı sınıfta okumuş iki ismi, Tolga Karaçelik ve Ceylan Özgün Özçelik’i tür sineması, özellikle de aynı film içindeki tür geçişleri açısından cesur ve yenilikçi bulduğumu da söylemeden geçmek istemem.
Karaçelik’in Steve Buscemi’li son ve ilk İngilizce filminin Türkiye’de ne zaman vizyona gireceği meçhul. 20 Aralık’ta Özçelik’in son filmi On Saniye sinema salonlarına, Nacar’ın Tereddüt Çizgisi ise MUBI’ye geliyor. Hemme vizyonda. Bu yazıyı filmi izlemeden okuyanlar için tek endişem filme çok kahkaha atma beklentisiyle gitmeleri. Lütfen hiç gülmeyeceğinizi düşünün, Eyüp gibi ifadesiz bir yüz takının, sinema yazarları beğendiyse ben zaten hiç beğenmem deyin ve eşi dostu toplayıp filme öyle gidin...
Not: Bu yazı için Atlas Sineması’ndaki ön gösterimden bilgi toplayan Uğurhan Topcuoğlu’na teşekkür ederim.