Anlarda yaşayanlar ve onların 1 Mayısları tekrarın sihriyle tarihin bilincine dönüşür. 1 Mayıs hep yarındır, sürekli kendini çoğaltan günlerdendir. Onlar da her 1 Mayıs’ta bilincimizdeki onurlu mekânlarına dönerler ve her 1 Mayıs’ta yine gelirler.

Hep bekleriz 1 Mayıslarda, gelirler…
1 Mayıs’tan 5 gün sonra 6 Mayıs’ta sabaha karşı Mamak’ta idam edilen Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan her 1 Mayıs'ta anılıyor.

Yarın 1 Mayıs. 1 Mayıs hep yarındır, sürekli kendini çoğaltan günlerdendir. Ama aynı zamanda geçip gitmeyen dünümüzdür. Yaşımız ilerledikçe, zaman ivmesi artan bir hızla geçip gidiyorsa, anlam yüklemedikçe değerini bilemeyeceğimiz zaman bizden uzaklaşıyorsa, tarih de zavallı bir okuma kitabına dönüşmez mi? Geçmişi anarken, yaşadığımız günlerin penceresi, ışığı, güneşi, kullandığımız cümle, kelime, hece, harf zamanın akışına uygun biçimde değişir. Değişmeyen, geçip gidene, gelecek olana yüklediğimiz anlamdır. O anlam ki, ya yaşadığımız zamanların geçip gitmiş günlerin, tarihin anlamıdır ya da içi boşaltılmış “günümüzün ihtiyaçlarına” uydurulmuş bir tekerleme, çaresizliğe bir ağıt.

Terk edilmiş anılar zamanın boşluğunda kaybolup gitmez Bırakıp gittikleri dünyaları bir günah gibi taşıyanlar da besbelli onlarsız yapamazlar.

Her şeyi bırakıp gittiler ama anılarını terk edemiyorlar. Belki de artık beğenmedikleri, unutmak istedikleri anılar onları bırakmıyordur. O zaman ne yapacaklar; uydurmayı, geçmişi tarihin bilincinden koparmayı seçerler. Yalnızlaşır, kendilerine benzeyen eski dostları bile görmek istemezler, çünkü onlar unutmak istedikleri geçmiştir, kaçmak istedikleri anılardır; nihayet sahteliğin sırıtkan üslubuyla uzaklaşmayı başardıklarında, zamanın ruhuna uygun kılıklarda, poplaştırılmış hikâyelere dönüşürler. O zamanları gerçekten yaşamış olanlarsa, günün gereklerine boyun eğmeden yaşamayı becerebilmişlerse, o tuhaf anlatıları şaşkınlıkla izler, hayretle okurlar yazılıp çizilenleri.

O unutturulmuş gerçeğin kısa bir özetini ister misiniz?

ÖNCE VEDAT'I ÖLDÜRDÜLER.

Hepimiz içimizde kanayan kuşaklar boyu sürüp giden acısı hep taze yaraya bakıyorduk. Geçmişten bize kalan tarihin bilinciyle, yeni bir hikâye yazabilmek için savaşıyorduk. Kızlı erkekli delikanlı insanlardık. Öfkemiz burnumuzdaydı, bizim tarihteki yerimiz, değiştirmek istediğimiz dünya orada duruyordu. O dünyayı başka türlü değiştirmek isteyenler var güçleriyle saldırdılar üstümüze. Sonra delikanlılarımızı kurşunlamaya, asmaya, öldürmeye, pusu kurdukları yerlerde yakmaya başladılar. Kanlı Pazar dediler o kanlı günlerden birine. Sonra o büyük alanda korkusuzca toplandığımızı gördüler; o günü hep hatırlıyoruz, 1 Mayıslardan biriydi. Yüksek bir otelin kararmış pencerelerinden Maksem’in duvarlarından ateş açtılar bu kez. Korkuyla bakıyorlardı; yine kara gömleklerini giymiş, sarıklarını sarmış, korkularını salıvermişlerdi. Kendilerinin olmayan, zorla sahiplendikleri, çöktükleri camilerde tarikat kalabalığı ile yumruklarını üniversitenin tarihî kapısına doğru sallıyorlardı. İkinci bir büyük meydana izin vermeyeceklerdi. O nedenle Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta kırıma, kıyama durdular. 

Özet mi yapıyorum şimdi ben. Bu anıların özeti olmaz ki. Nasıl unutalım, Amerikan savaş gemileri Boğaz’ımıza kadar sokulmuştu. Onları geldikleri yere göndermek için onların dilinden kısa, iki kelimelik bir özetle gelenleri evlerine dönmeye çağırıyorduk, Dolmabahçe’den aşağı denize indi bizimkiler. Hem onları yolcu edecek, hem de yeni bir düzenin, yeni bir değişimin nasıl olabileceğini tartışıp duracaktık. Çok sevdiğimiz ülkemizi başka türlü değiştirmek isteyenler bizden daha güçlüydüler, darbeci generalleriyle, sıkıyönetim mahkemeleriyle geldiler bu kez. Yenildik. 

SONRA KARDEŞLERİMİZİ

1 Mayıs’tan 5 gün sonra 6 Mayıs’ta sabaha karşı Mamak’ta.

Anıları pazara çıkaranlar her şeyi yarım yamalak anlatıyorlar. Olup biteni süslediklerini sanıyor, algının kör kuyusuna atıyorlar. Olup biteni kendilerine göre yazıp Post-Truth sahtekârlığı ile boyuyorlar. Tarihin bilinci yitip gitti onların yalan dünyalarında. Liberalizmin çoktan tarih dışına düşmüş “özgürlükçülüğünün” sahte dünyası yerini liberalizmin neo’suna çoktan terk etmişti. Kahramanlarımızı metalaştırıp piyasaya sundular. “İyi işte, böylece herkes öğrendi olup bitenleri” diyenlerin, liberal dünyalara göç etmiş eski arkadaşların, dönmenin teorisini yapanların foyası çoktan dökülmedi mi? Yenilginin mutlaklığının kaçınılmaz olduğunu vaaz edenlerin, gazeteciliğin cılkını çıkaran, “biz haberin, gerçeğin değil işimize gelen, işimize yarayacak çözümün peşindeyiz” diyenlerin, çözümü erkte kim varsa ona göre hep yeniden yazanların, “yanılmışız” bile diyemeyenlerin, entel tartışmalarını “haydi eller havaya” nakaratı ile tamamladıklarını bilmiyor muyuz ki biz?

Tarih kavranması zor bir masal, içinde acılar biriktiren uzun ve gerçek bir hikâyedir. Masalı derse çevirebilmek için bilinç gerekir. Tarihi bilincinden soyutlarsanız, geriye pek bir şey kalmaz. Sık sık yinelediğimiz “tarihi insanlar yaparlar” özlü sözünün öznesini yani “insanı”, yüklemini yani “yaparlar”ı unutup, değişmeyeceği varsayılan koşullara bağlamanın konformizminden kendimizi kurtarmamız hep zor oldu. Ama kurtarılmaz diye bir şey yok.

Tarihin öznesi hâlâ insandır. O nedenle her yıl 1 Mayıslarda toplanırız. O nedenle 1 Mayıslar bizim için tarihi bilincinden koparmama günüdür. Çünkü tarihle bilincin arasına aşılmaz bir duvar örerseniz, geriye yalnızca günün ihtiyaçlarına uydurulmuş boş laflar kalır. Ölenlerin neyin kavgasını verdiklerini unutursanız, intikamcı siyasetçilerin “üç üç” diye bağırmalarını hoş görmenin sihrine kapılırsınız. Bilinç uçup gider eski bir kitabın sayfalarına gizlenir. Kendini zamanın riyakâr saldırısından korumak için bir sığınak arar kendine.

İYİ ÇOCUKLAR

Onları bugün “iyi çocuklardı” diye anmakla yetinmek isteyenlere bir sorun bakalım; neden iyi çocuklardı onlar. Neden ikide bir kürsülerinden Nâzım okuyor, sahip çıkar görünerek aslından uzaklaştırmaya çabalıyorlar. Neden “sevdalınız komünisttir yatar Bursa kalesinde” şiirini okumaktan bucak bucak kaçıyorlar. Nâzım’ın çocukları dünyayı değiştirmek istiyorlardı da ondan. Değiştirirken değişmek istiyorlardı ama sizin gibi değil. Tarihin içinde tarihi yaparken, tarihe onun bilinciyle katılırken, ölümü göze aldıklarında hayata sımsıkı sarılır, “ölüyoruz demek ki yaşanacak” derler, tartışmalarında, kavgalarında, sevinçlerinde hüzünlerinde artık eskimiş, geçmişle bağlarını çoktan kopartmış olan eski arkadaşların anlayamayacakları bitimsiz bir aşkı yaşarlardı. Onlar dünyayı değiştirmek istiyorlardı o büyük dünyayı, Manifest’te yazılı olanı. Sizse kendi küçük dünyanızı, gelmesini hep erteleyebileceğinizi sandığınız ölüme karşı rahatı anlatan o küçücük dünyanızı güzelleştirmenin peşindeydiniz. 

Küçük çocuklar, delikanlı kahramanlar öfkeli insanlardı onlar. Şairin anlattığı gibiydiler, “bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı / güneşten ışık yontarlardı / hoyrattı gülüşlerdi aydınlığı çalkalardı / gittiler akşam olmadan ortalık karardı.”

Akşam hep olur. Karanlık çöker, ama yine şairin dediği gibi “elbet sabah olur tulû-i haşre kadar sürmez geceler.” Onlar 1 Mayısların akşamında toplanır, hesap çıkarır, neyi eksik neyi fazla yaptıklarını gözden geçirirlerdi. Farklı insanlardı onlar. Kahramandılar ama hiç de öyle görünmezlerdi; İşçilerin büyük yürüyüşünde on binleri gördüklerinde “işte gerçek kahramanlar” dediklerini hatırlar gibiyim. 1 Mayıs’ın o kahramanların günü olduğunu onlardan daha iyi kim bilebilir ki?

***

Onları tarihin içindeki yerlerine uğurlayalı çok zaman geçti. Ama başta söyledim, Anlarda yaşayanlar ve onların 1 Mayısları tekrarın sihriyle tarihin bilincine dönüşür. 1 Mayıs hep yarındır, sürekli kendini çoğaltan günlerdendir. Onlar da her 1 Mayıs’ta bilincimizdeki onurlu mekânlarına dönerler ve her 1 Mayıs’ta yine gelirler. 

Biz de o kapatılmış, yasaklanmış meydanlarımızda her 1 Mayıs’ta onları bekleriz. Hep gelirler… 

Yarın 1 Mayıs, yine gelecekler…