Bir gök atlasıyla büyülenip yola koyuldu iki mevsim önce. Kanatları alaz alaz yanan bir güneşin peşine takıldı. Çocukluk işte, düşe aldanan çocukluk, taflanlarla oynaşan bir fırtınayı kılavuzu belledi, yağmur yol arkadaşı oldu

Hep karanlık

Jale Sancak

Kaldırıma uzanıp gökyüzünü üstüne serdi. Taşın soğukluğu sevecen bir anne gibi sımsıkı sardı bedenini. Gülümseyerek bıraktı kendisini bu dondurucu boşluğa. Kardeşleriyle birlikte uyuduğu ak çarşaflı yatak çoktan hayal oldu.. Bir yıldız kaydı yeryüzüne doğru. Uzanıp yakaladı yıldızı, avuçları arasına aldı ama yitip gidiverdi yıldız bir anda.

Çok uzaklardan, boğuk sesli bir kadının yakıcı ezgiler söylediği bir yerden geldi. Cılız kandil yalımlarının karanlığı eksiltmediği, geceye değmeden sönüverdiği bir yerden. Ora, ıssız koyakların hüzünlü yüzüydü. Oradan geldi. Varla yok arası uzaklardan.

İçi kasılmaya başladı birdenbire. “Çabuk geçer” dedi Salih. “Korkma lan oğlum, kafan bi güzel olacak ki… Bak çok güleceksin, yeminle. Mal iyi.” Geçer mi sahiden?.. Doğrulup kalkmak istedi Aras. Gökyüzü çok ağır ama. Üstelik elleri, ayakları da yok. Az ötedeki ışıl ışıl, renkli toplara bir uzanabilse… Aralıksız dönüp duruyor, bir yaklaşıp bir uzaklaşıyorlar. Gözlerine batıp acıtıyor keskin parıltıları. Onlara asla ulaşamayacak mı yoksa? Salih ulaşabildi mi hiç?
Bir gök atlasıyla büyülenip yola koyuldu iki mevsim önce. Kanatları alaz alaz yanan bir güneşin peşine takıldı. Çocukluk işte, düşe aldanan çocukluk, taflanlarla oynaşan bir fırtınayı kılavuzu belledi, yağmur yol arkadaşı oldu. Çocukluk işte, henüz on üçünde.

Kimi geceler arklarda, kimi gece bir yel değirmeninde sabahladı, bir sur kalıntısında, bir düş ormanında uyuyup uyandı bazen. Sonra iz sürdü, yol aradı, bitkin düşene değin yürüdü otogara kadar, bırakmadı gene de kendini suya ulaşana dek. İlk gördüğü kıstırılmış bir denizdi. Sonra... Kent. Sonra…Salih’i bulana dek o sokak senin bu sokak benim açlık.
Kim bu yıkılıp yanına düşen? Salih mi?.. Belki de öteki çocuklardan biri. Sarsmak, var gücüyle bağırıp ayıltmak istedi onu ama bağıramadı. Sesi de yitip gitmiş sanki. Renkli toplar biraz daha büyüyüp uzaklaştılar. Kent biraz daha karanlığa battı.

Gümüş tabakasından birbiri ardına sigara yakan, içtikçe öksürüğe boğulan adam temelli döndü mü oraya? Boğuk sesiyle yakıcı ezgiler söyleyen kadının durma özlediği, bir görünüp bir kaybolan, gidip de günlerce gelmeyen, geldiğinde Aras’a büyüleyici hikâyeler, kentlerin doyulmaz güzelliğini, sırlarını anlatan, bu yüzden de içine durdurulamaz bir gitme isteği düşüren adam… Odaya kendisinden önce kokusu dolan, rüzgârına ve tütün kokusuna doyamadığı, kucağına hiç gitmediği o adam.

Aras’tan önce yola düşmüş Salih. Önce Salih, ama Salih’ten önce de başkaları. Salih’in düşünde, hep açık denizlerde seyreden ışıklı bir gemi, o gemideki tayfaların, gül, yılan ve denizkızı dövmeleri, açık saçık türküleri. Aras’ın düşlerindeyse bir görünüp bir kaybolan adamla onu özleyen kadın.

Başı, renkli toplardan daha hızlı dönmeye başladı. Boşluk bir girdap şimdi. Sonu yok gibi boşluğun. “İlk defa böyle olur’ dedi Salih, “sonra rahatlarsın. Mis gibi olursun.” Peki ya tam tersi olursa? Salih, “Bu gece uçuşa çıkacağız” dediğinde hiç korkmadı, hatta sevindi bile. Lâkin şimdi... İşte rengarenk, ışıltılı toplar durmaksızın üzerine üzerine geliyor, giderek de devleşiyorlar. Salih, Salih nerede? Sonra gülmeye başladı, sarsıla sarsıla güldü bir süre duvarın dibinde
Nene ve boğuk sesli Meryem, ikindi sularında ateş yakarlardı dağın eteklerinde. Meryem ezgilerini söylerken, nene çok eski bir vuslatı hatırlar, uzun uzun ağlardı. Sonra gün biter, gecenin kıyısına oturup ulakçı kuşları beklerdi boğuk sesli kadın. Tekbaşına, dalgın. Nene içeride, onca kocamışlığına rağmen genç kalmış sesiyle masallar anlatırdı çocuklara. Adamın anlattığı neşeli kent hikâyelerine benzemedi masalları, hem giz doluydu hem de ürkünç. Sonra sessiz dualarını hepsinin yüzlerine üflerdi. Lâkin yalancı olan nene değildi, rüzgârla sevişen adam aldatmıştı onu. Güldü tekrar…Kanmıştı ona, oysa kent ne öyle güzeldi, ne de masum.

Az ötede iki karaltı içiçe geçti. Telaşlı ayak sesleri kaldırımlarda. Sirenler… Sonra sessizlik gene. Gene karanlık. Üst üste yığışıp kaldılar mı ne? Bir başına değil miydi şuracığa uzandığında? Peki kaç kişiler, kaç çocuk uçuşta?.. Hiçbir şeyi tam olarak seçemiyor. Ne var ki içindeki huzursuzluk eriyip gönence bıraktı yerini.

“Burada olmaz abi...’ dedi Salih, renkli toplar gibi uzaklaşırken sesi. ‘ Barınağın oraya gidelim.’ Sözler, küfürler, bağırtılar birbirine karıştı. Gökyüzü, Aras’ın üzerinden kayıverdi o an. Yüzler, görüntüler silinirken hızla hafifledi bedeni, Salih’i, pos bıyıklının elinden söküp alacak gücü kalmadı, gözlerini yumdu. Ora, unutulmaya yüz tutmuş mahzun bir kadın suretiydi. Salih, adamın peşi sıra, kentin yırtılmaz karanlığına yürüdü.