Bugün üçüncü gün. Siz okurken 4’üncü gün olacak. İçi boşalmış bir çuval gibi hissediyorum. Önümdeki boş sayfaya öylece bakıyorum saatlerdir. Ne yazılır, nasıl yazılır? Bilmediğiniz neyi anlatabilirim size? Hissetmediğiniz neyi paylaşabilirim? Gördüğümüz, duyduğumuz kan donduran gerçeğimizi konuşsak birbirimizi daha da perişan ediyoruz. Konuşmasak suçluluk duyarız. İnsan olanın üzerindeki giysiden, başındaki damdan utandığı bir başka güne uyandık. Böyle bir kahır görülmedi.

1999 depreminden geriye “Orada kimse var mı?” çığlığından başka bir şey kalmamış. Gelecek deprem/lerin uyarısını yapan bilim insanlarını dinliyor, bizi yönetenlerin bize “dünyaya meydan okutan” inşaat ekonomisine övgülerinin büyüme değil sadece birilerine zenginlik getirdiğini biliyor, anlatmaya çalışıyorduk. Daha birkaç ay önce yapılan deprem tatbikatını anlamsız bulduğumuz için işitmediğimiz söz kalmadı. Bugün tatbikatı yaptıranların anlamını yaşıyoruz. Hayatımın en büyük depremiydi Sivas yangını. Tam 30 yıl geçti. Tansu Çiller “Gereken yapıldı” demiş ve eklemişti: “Çok şükür, otel dışındaki halkımız bu yangından zarar görmemiştir! Halktan kimsenin burnu kanamamıştır ve ölenler de çıkan yangından boğularak ölmüşlerdir. Olayı bu kadar büyütmek yanlış, bir futbol maçında da bu kadar insan ölebilirdi.” O günden geriye dönemin yöneticilerinin utanç verici sözleri ve cezasızlık kaldı bize. Yine mi Sivas’a getirdin konuyu demezsiniz biliyorum. O umursamazlık, o pişkinlik, o vicdansızlık bugünü bize yaşatan inşaatın harcıdır. Anlatmak istediğim o günden ve nicelerinden alınmayan dersin önümüze getirdiği Soma gibi felaketlerin, deprem gibi afetlerin tetikçisi oluşu. O günden itibaren birbirinden el alanlara yetmeyen, “daha” dedirten doymazlık ve kötülükle yaşıyoruz. İnsan kalmaya direnerek.

***

Yaşadıklarımızın sebebi belli; en önce çıkar koruma refleksi, taş olmuş bir vicdan ve unutulmuş/unutturulmuş değerler. 1999 depreminde henüz hâlâ vicdan tüketilememişti. Kurumlar, sivil toplum örgütlerinin içi bu denli boşaltılmamıştı. STK’lar, siyasi partiler yardım toplayabiliyordu. Geriye el ele veren yetkililerle birlikte canı acıyan halkın çığlığı kalabildi. “Sesimi Duyan Var mı?” Bugün insanlar çaresiz. Enkazdan yardım çığlıkları geliyor. Ortada kurum yok, yetkili yok. İnsanlar kendi elleriyle kazarak can kurtarmaya çalışıyor. Geriye onların çığlıklarını örten şu cümle kalacak: “Her şey kontrol altında. Tek sıkıntı sosyal medyada çıkan yanlış haberler. Depremde binalarından değil, depremden kaçarken vesaire yaralananlar var.” Soma’dan geriye kurtarılan işçinin sedye kirlenmesin diye çıkartmak istediği çizmelerin temizliğiyle Enerji Bakanının iki gündür aynı gömleği giymekten dertlenen kiri kaldı. Yanmayıp boğulanlar bugün depremden kaçarken öldüler.

Yıllardır defterimizi dürüyorlar. Ama bugün farklı. Bugün artık üst üste koyularak gelen bencilliğin örgütlü neferleri, kötülüklerini gizleme gereği bile duymuyorlar. Sırtında bir tel battaniyeyle ağlayarak meram anlatmak isteyen vatandaşa başını kaldırmaya bile zahmet etmeyen Nurettin Canikli’ye özgü değil bu hal. Yüreğinde bir gram sevgi kalmayanların kötülüğüne esiriz. İnsanlar enkazın altındayken bir kişi daha kurtarmak için umut vermek yerine acılı bir cümlesi, bir teselli kelimesi, bir damla gözyaşı olmayanların OHAL ilanı ve bunca acı içinde defter tutan iktidarın hesaplaşma tehdidi bütün çığlıkları örtmek istiyor. Geleceğe bir öğreti kalmasın iyiliğe ilham bir duygu parçası bile aktarılmasın diye.

***

Her şeyi biz yapacağız. Bizden başka kimsenin yardımına izin vermeyeceğiz iddiasının ardında müthiş bir koordinasyonsuzluk. Yardımları yasaklayan çoktan çökmüş bir sistem. Sadece kendini korumaya odaklı eylemi olmayan bir iletişim. Sorulacak soru çok. Deprem vergileri nerede sorusunu yıllardır sormuyor muyuz? İstanbul’un Kuzey Ormanları’nın katili “en büyük havaalanı”ndan uçaklar kalkamıyor. Yapılan yollar yarık. Hatay’a uçaklar inmiyor havaalanı paramparça. Doğa “kral çıplak” dediğinde maliyeti çok yüksek oluyor maalesef. Ağır iş makinaları, vinçler, beton kesiciler neden ilk gün tüm belediyelere yapılan çağrı ile bölgeye yönlendirilmez. Niçin?! Naci Görür hoca bir bilim insanı, ağlayarak bilime nasıl mesafe koyulduğunu anlatıyor. “Kurumuş ovaya havaalanı yapılmaz” diyeni dinleme, “Maraş, Hatay bölgesi tehlike altında” diyeni dinleme, “Hatay depreme hazır değil, kaynaklarımız yetersiz” diyen belediye başkanına kulak tıka. İş işten geçtikten sonra “Cumhur ittifakı olarak buradayız” diyerek enkaz önünden yayın yap. Hatay’ı Elbistan’a bizden değil diye ekipleri kendi yöneticilerinle koordine et. Binlerce askeri, deneyimli madencileri uzak tut. Gün acı, gün kara. “Siyaset yapma zamanı değil” diyenler haklı elbette ama hayatımız siyasetin esiri olmuş. Aldığımız nefes, gözyaşımız, gülücüğümüz siyasete esir. “Ölsem ayıptır. Sussam tehlikeli. Çok sevmeli öyleyse çok söylemeli.”*

Geçtiğimiz hafta İzmir’de George Orwell’in müthiş metninden uyarlanan Rutkay Aziz’in yönettiği 1984 Büyük Gözaltı adlı oyunu yeniden izleme fırsatım olmuştu. Üç gündür yaşadıklarımız bana sahnede izlediğim anları hatırlatıyor. Keşke öyle olsaydı. Keşke tarihin acıları kitaplarda, oyunlarda kasaydı. Kemal Kılıçdaroğlu bölgeye giden ilk lider oldu. Sesleniyor oradan belediye başkanlarımıza; “tutuklanmanız gerekiyorsa tutuklanın.” Bu size uygulanan engellere, yasalar kıskacıyla önünüze getirilen barikatler yardım için adım atmanızı engellemesin çağrısıdır. Kılıçdaroğlu; “Yaşananlara siyaset üstü bakmayı, iktidarla hizalanmayı reddediyorum. Bu çöküş tam da sistematik rant siyasetinin sonucudur!” diyor. Kafamın içinde 1984 finalinden bir cümle: “İki kere iki dört eder!”