Her şeye rağmen
Halkın gönlüne önce müziği ile giren sonrasında içinde bulunduğu sanatsal ya da politik tüm işlerde kabul gören Zülfü Livaneli’nin edebiyatı da ülke belleğine çoktan nakşedilmiş.
Hande Çiğdemoğlu - Yazar
Ülkenin gündemi karanlık ve kokuşmuş bir bataklıktan farksız. Her gece, delikli uykulara yatıp ertesi sabah yeni bir kâbusa uyanıyoruz. Bunda, yıllardır toplumun içindeki kötücül yanı körükleyen bir zihniyetle yönetilmemizin doğrudan ilgisi var. Ve arkada “Bundan kötü ne olabilir?” demeye korkan koca bir topluluk, gittikçe umudunu, yaşama sevincini ve mücadele gücünü kaybediyor. Umutsuzluk en fena hastalıktır, biliyoruz ama böyle bir ortamda sağlıklı kalmak çok zor. Ülke gündemini, toplumsal depremleri görmezden gelirseniz duyarsız, dengeyi kaybedip kapılırsanız hasta oluyorsunuz. Ne büyük haksızlık!
Yaşanan her olumsuz durumdan önce kültür sanat dünyası etkileniyor. Çünkü kimilerine göre bu “sanat sepet işleri", eğlence aracı olduğundan gemiden atılacak ilk ağırlık. Müzik, sahne sanatları ve edebiyat. “Bu ortamda kitap mı yazılır, bu ortamda kitap mı okunur, bu ortamda kitap mı basılır?” Yanıt “Evet, hepsi!” Çünkü parlamadan karanlığı aydınlatmak, inanmadan düşünmek, güçlenmeden mücadele etmek mümkün değil. İşte bu yüzden, asıl böyle ortamlarda kendini var eden edebiyata sarılıyoruz.
Geçtiğimiz hafta Kocaeli Kitap Fuarı’nda yaşadıklarım tam da bunu ispatlar nitelikte. Açık söylemeliyim ki, giderken “Böylesine ekonomik ve sosyal bir darboğaz döneminde, edebiyat etkinliklerini kim umursar?” diye düşünmeden edememiştim. Yanıldığımı görmek mutluluk vericiydi. Genç, yaşlı, çocuk demeden yüzlerce kişi üstgeçitlerde sıra bekliyor, birkaç farklı bölümden oluşan fuar alanının girişinde kuyruklar oluşturuyordu. Otoparklar dolmuş, bunların yerine açılan alanlar bile yetersiz kalmıştı. İçeride de durum dışarıdaki gibiydi. Başka bir ortamda asla bir araya gelmeyecek farklılıkta insanlar, neşeyle ve nezaketle stantları geziyor, etkinliklere katılıyordu. İlgili, ne istediğini bilen, çokça da kitap satın alan bir kalabalıktı bu.
HALKIN SANATÇISI OLMAK
Yayınevimin benim için düzenlediği imza etkinliği süresince, yeni okurlarla tanışmaktan daha önemli bir şeye şahit oldum.“Sevilen sanatçı” ya da “popüler sanatçı” olmakla “halkın sanatçısı” olmak arasındaki fark. Sevilen pek çok yazar var bu ülkede, etkinlikten etkinliğe koşanlar, önündeki imza kuyruklarını gururla izleyenler, kısaca “çok satanlar”. Ancak, bana ayrılan köşenin hemen yanında kitapları sergilenen yazar için durum bundan fazlasıydı. Demek ki halk böyle karanlık dönemlerde, güven ve sevgi duyduğu sanatçılara sarılarak nefes alıyor. Bu, bazen bir konserde, bazen bir tiyatro oyununda, bazen de bir kitap fuarında oluyor.
Halkın gönlüne önce müziği ile giren sonrasında içinde bulunduğu sanatsal ya da politik tüm işlerde kabul gören Zülfü Livaneli’nin edebiyatı da ülke belleğine çoktan nakşedilmiş. Benim fuar alanında Livaneli okurlarında gözlemlediğim şey, bir yazarı sevmekten ve onun kitaplarını çok satın almaktan öteydi. Bunu, en öz şekilde nesiller boyu aktarılan saf bir sevgi, hayranlık ve güven olarak niteleyebilirim. Sözgelimi anneler ellerine aldıkları kitapları çocuklarına göstererek tıpkı "Sütünü iç, salatanı bitir ya da üstüne bir hırka al,” der gibi “Bunu okumalısın!” diyordu. Liseliler, ummadıkları bir yerde kendi evlerinin bir eşyasını görmüş gibi “Bu kitap annemde var", “Şu, bizim kitaplıkta duruyor," diye konuşuyordu. Yaşı biraz daha ileri olanlar, birbirine okudukları romanlardan yarışırcasına bahsediyor, yenişemeyeceklerini anladıklarında ise onun şarkılarını, hakkında bildiklerini, yaşamı boyunca şahit olduklarını oyuna sürüyorlardı. Aradıkları kitabın adını anımsayamayanlar, görevliye romanı kendi yazmışçasına heyecanla anlatıyordu. Hızla akan saatler boyunca gördüğüm çoğu insan, bu standın önünde uzun vakit geçirdi, kitaplara tek tek dokundu, onları ellerine alıp sayfalarını gülümseyerek çevirdi. Livaneli hakkındaki konuşmalarından, yüzlerindeki ifadelerden sonra tekrar anladım ki halk, bazı sanatçıları sadece sevmez, samimiyetle bağrına basar. Bu, sadece bir yazarı, bir müzisyeni değil bir insanı, bir duruşu, bir düşünceyi kucaklamak anlamına geliyor. Bir sanatçı, ürettiği yapıtlar ne kadar kendisine ait olmaktan çıkıyorsa o kadar büyük sanatçı oluyor. Ve onlarla popüler sanatçıları ayıran temel fark, onların dönemsel akımlara ya da güçlü iradelere değil halka olan güveni. Anlaşılmamayı değil yakınlaşmayı, birleşmeyi umursuyorlar. İnandıkları insani değerlerle ve umutla bütünleştirdikleri sanatları bir yana yaşanılan olaylara karşı duyarlı tutumları sayesinde halkın sanatçısı haline geliyorlar. Büyük sanatçılar, halkın en zor zamanlarda, en kör kuyularda bile kendini aydınlığa çıkaracak ışığı bulma yeteneğine sahip olduğunu biliyor.
Sözün özü, karamsar toplum borazancılarına, “bu memleketten bir şey olmaz”cılara, “gençlerin hali berbat”cılara kötü bir haberim var. Her şeye, bütün kötülüklere rağmen, bu ülkede aydınlık insanlar var. Önlerine serilen bataklıklara gömülmeyi edebiyata, sanata sarılarak reddediyorlar. Fuarlar, edebiyat etkinlikleri, konserler, festivaller gibi sanat limanlarında buluşup yalnız olmadığını hisseden, böylece güçlenen kitleleri azımsamayın. Hayvan katliamına göz yuman belediyelerin düzenlediği fuardan çekilen yayınevlerini, şarkılarını saraya değil halka söyleyen, seslerini festivallerde birleştiren müzisyenleri, tüm baskı ve sansüre rağmen ayakta kalmaya çalışan gazeteleri, güç ekonomik koşullara direnen yayıncıları, nefes almanın bile anlamsızlaştığı bir ortamda, her şeye rağmen üreten yazarları ve de “kendi devrinde savaşçı olan” halkın sanatçılarını göz ardı etmeyin.