Herkesin, yüzünde açık bir kitapla yaşadığı kent
İki Diyarbakır’ım vardı on yedi yaşlarımda; Ahmed Arif’in ve Celal Güzelses’in Diyarbakır’ı. Birisi sözle, öteki sesle, ama ikisi de kopkoyu bir acı, halka halka bir gizle alırdı aklımı. Hiç bilmediğim hayatların bu kadar erken, bu kadar uzaktan, bu kadar içimden seslenmesini bugün de çözebilmiş değilim. Geleceğim beni çok erken buldu desem, bilmem ki ne söylemiş olurum?
Şükrü Erbaş - Şair, Yazar.
"Birimizin kalbi ötekinde acı / Şu farkla yaşıyoruz aynı kaderi: / Sen, yaralarını gösteriyorsun / Kimliğini sorduklarında; / Ben, kimliğimi gösteriyorum / Utancım sorulduğunda…"
“İki dilli eşikler”in ödülünü almaya gidiyorum. Sevincime kekre bir mahcubiyet duygusu eşlik ediyor; Brüksel’de on çocukla paylaştığım bir evin boşlukları eşlik ediyor; Hançepek’in odalardan yenik sokakları eşlik ediyor; Şakir Kakaliçoğlu’nun insana bildiklerini unutturan tevazusu eşlik ediyor... “Seçilmiş akrabalar”ımın ödülünü almaya gidiyorum.
İki Diyarbakır’ım vardı on yedi yaşlarımda; Ahmed Arif’in ve Celal Güzelses’in Diyarbakır’ı. Birisi sözle, öteki sesle, ama ikisi de kopkoyu bir acı, halka halka bir gizle alırdı aklımı. Hiç bilmediğim hayatların bu kadar erken, bu kadar uzaktan, bu kadar içimden seslenmesini bugün de çözebilmiş değilim. Geleceğim beni çok erken buldu desem, bilmem ki ne söylemiş olurum? Ahmede Xani’den Koma Asmin’e şimdi binlerce Diyarbakır’ım var; beni yaşama gücüne, beni gelecek düşüne, beni geçmiş bilincine katan; kalbinin hizasına yazan; yaralarını kimliğime ekleyen; tutsaklığı ile özgürlük duygusunu öğreten; ömrüme saygı duymamı sağlayan... Ahmed Arif’in öfkesine gidiyorum. İlk 1978 yılında gelmiştim. Dicle ile Surlar arasında trajik bir ilişki kurmuştu kalbim, bugün de sürdüğüne inandığım; birinin, ötekinin yazgısına heves ettiği, gitmekle kalmanın birbirini büyüttüğü aykırı bir yalnızlığı yakıştırmıştım bu iki güzelliğe. Sonra araya zamanlar girdi. Konukluktan ev sahipliğine uzanan bir yoldan, ben tekrar geldim, tekrar geldim. Her taş beni hücresine kattı, türküsünü bana söyletti. Diyarbakır... Herkesin, yüzünde açık bir kitapla yaşadığı kentim benim. Bölgedeki bütün kentlerin tercümanı...
İki yıldır apayrı bir güzelliği yaşıyor. Şiddetin kuşatmasına edebiyattan, müzikten, tiyatrodan, bilimden ve kültürden, insan yanıtlar veriyor. “Tuz ekmek dostları” giderek çoğalıyor. Günlük gerçeğin daralttığı ev içleri, meydanlarla, salonlarla geniş ve derin soluklar alıyor. Hicri (İzgören) ile kapanış konserindeyiz Ben u Sen Burcu’nda. Sahnedeki herkes güzel, değerli, büyük ama ben Serap ve on arkadaşını bir kez daha izleyeceğim. Dokuz günlük güzelliği taçlandıran bir varoluş mucizesi yaşadığımız. Hicri’nin sakalları, benim kirpiklerim tutuşuyor. Sevinçle kederin beşiğini sallıyor meydan. Bu sevinçle aşağılandığını düşünen yalnızca polis. Barışın yedi renkli resmine, devletten onur kırıcı lekeler düşürüyor. Meydan gergin, meydan olgun. “Bir şeyin olmasını istiyorsan onu çok iste; gerçek dediğimiz şey, kan ve gözyaşıyla sulanmış hayalden başka bir şey değildir” diyen Kazancakis’i doğruluyor meydan. Üç-dört yıl önceye gidiyorum; Ankara’da, gazetenin bürosunda, Vedat Çetin’le bu festivalin taslağını, tasarısını konuştuğumuz güne, saatlere. Düşüncesi bile heyecan vericiydi. Gerçeğinde bir cümlecik payım var diye sessizce seviniyorum. Çok, çok uzaklara nasıl bir güç verdiğini tevazuyla ve büyük bir sorumluluk duygusuyla biliyor Diyarbakır...
Onur Bağı’m1 olan kent. Onur Bağı’m olan halk. Teşekkür sözcüğünün saçmalık derecesinde zavallı kaldığını sen de, ben de biliyoruz. Sonra insan, kendi varlığı için neden bir başkasına şükran sunsun ki... Herkes kendisini birazcık daha sevsin, teşekkürü yeterince almıştır öteki. Birlikte “küle derman” olacağız. Çünkü şunu sen öğrettin bana: “Beni ağlatma ki sen de gülesen / Hem muradan hem maksudan eresen.”
Hevalim, elbette sonuna dek, Bıji Aşiti...
1 *Onur Bağı, A. Hicri İzgören’e.