Google Play Store
App Store

Sahne ve gösteri sanatçılarının tek amacı da eğlendirmek, güldürmek değil herhalde, sanatın amaçlarından biri buysa da düşündürmek, uyarmak, hatırlatmak, unutmamak, unutturmamak, daha iyi, daha güzel, eşitlikçi, adil bir yaşama yüreklendirmek gibi “kışkırtıcı” amaçları da var!

“Hiç bunları kendine...”

Başlıktaki şarkının devamını hatırladınız mı diye sormuyorum, çünkü unutulur gibi değil, “dert etmeye değer mi?” Ajda Pekkan’ın şahane yorumuyla dinlediğimiz bu şarkının sorusuna yanıtım baştan belli elbette, değer! Hepimizin kendi dertlerinin, ‘amca Türkçesi’yle söylersek, dünyanın derdine “galebe çaldığı” zamanlar vardır kuşkusuz, yani “üstün geldiği” zamanlar, fakat Cioran’ın kitabının adıyla, “Ezeli Mağlup”lar olarak, yine de “ilk vazife”miz “dünyanın derdi bitmez böyle arkadaş’ı efkârlı gecelere şarkı olarak bırakıp ....

Bunları kendimize dert etmek, edinmektir! Yoksa “özde ben bir insan olmaya geldim” deyişindeki insan “sözde” olur! Zor zamanlardayız! İyi zamanlar da görmüş olan eskiler, zorlukları anlatırken “şimdinin kıymetini bilin” derlerdi ya bu da eskidenmiş meğer, hem de hayli eskiden! Özellikle 12 Eylül 1980 askerî darbesinden sonra ülkeyi boğan hem askerî hem sivil darbelerin nefes aldırmadığı insanlara “zor zamanlar”dan söz etmek de pek anlamlı sayılmaz! Çünkü onlar nerdeyse hiç gün görmediler! Son 25 yıl zaten artık açık açık şeriat ve hilafet övgüsü yapan ve partili olduğu için tarafı da belli olan bir cumhurbaşkanın yönetiminde yaşanıyor, yenilerin, gençlerin payına da, kaldıysa laikliğin son kırıntıları düşüyor ancak!

İster “yalnız ve güzel ülkem” deyin, ister “güzel yurdum üzgün yurdum”, varlıklarını, geçimlerini, bugünlerini, geleceklerini laikliğe borçlu olan herkes gibi, belki de laikliğe en çok gereksinim duyan sektörlerde sinema, televizyon, müzik, dans, tiyatro, çalışan, üreten, oynayan, söyleyen sanatçıların kendi gündemleriyle ülke gündemleri nedense bir türlü buluşamıyor: Şimdi sırası değil, yeri burası değil, bu akşam bunları konuşmayalım, zaten yüreğimiz yanıyor, kanıyor, lütfen...

Tamam sanatçılar “kanaat önderi” değil ama toplumsal sorunlara, çocuk ve kadın cinayetlerine, ülkenin gidişatına dair fikirleri de mi yok? Bu “cinnet aşkı” onları hiç mi ilgilendirmiyor? Cannes Film Festivalinin kırmızı halısına öykünmüş halının üstünden, sanki filmi Venedik’te, Berlin’de, Cannes’da ödül almış gibi bir telaşla koştururken böyle...

Timur Selçuk zamanları, hakkaten hem çok özlüyorum hem de sık anıyorum, “nereye Payidar nereye?” diye sormak gerekiyor yine onun gibi, “sizinkiler direnişte!” Sahne ve gösteri sanatçılarının tek amacı da eğlendirmek, güldürmek değil herhalde, sanatın amaçlarından biri buysa da düşündürmek, uyarmak, hatırlatmak, unutmamak, unutturmamak, daha iyi, daha güzel, eşitlikçi, adil bir yaşama yüreklendirmek gibi “kışkırtıcı” amaçları da var!

Bu İstanbul Sözleşmesi olur, Türkiye Yüzyılı dedikleri, rövanşı alarak laik Cumhuriyeti ikinci yüzyılında dinsel bir cumhuriyete dönüştürme hamlesi olur, milli eğitimi kaldırıp maarif modeliyle gerici eğitimi hızlandırmak olur, şeriat, hilafet çığlıklarıyla, heykellere saldırarak, hayvanları katlederek ülkeyi Ortadoğu karanlığına sürükleme çabası olur, dert çok! Hâlâ kimi şeyleri dile getirme olanağı varken, sosyal medya açıkken, mikrofonlar uzatılıyorken bunlara dair iki çift laf söylemek de çok mu zor?

Bugün hâlâ değeriniz biliniyor, sanatınıza, emeğinize değer veriliyorken, laikliğin, Cumhuriyetin, çağdaşlığın yaşamsallığını, vazgeçilmezliğini, değerini anlatan, vurgulayan iki satır mesaj yazmaz, iki cümle etmezseniz, hepimizi hızla değersizleştiren bu rejimde yarın sizin de iki kuruşluk değerinizin kalmayacağını tahmin etmek zor değil!

Victor Hugo’dan mı almış kendisi mi söylemiş, her neyse, İsmet Paşa’nın “Bir ülkede namuslular da en az namussuzlar kadar cesur olmazsa...” diye başlayan cümlesinin devamına istediğinizi yazabilirsiniz sevgili sahne ve gösteri sanatçılarımız!