Kurmaca yazımı bir çeşit hikâye avcılığıdır. Bu avcılığı kendi duyular evrenimizden ve birikimimizden yola çıkarak yaparız. Av nesneleri ise sonsuzdur. Kendi hayatımızdan ya da başkalarının yaşantılarından oluşan bir deryanın içinden bulup çıkardıklarımızdır onlar…

Hikâye avcısının, hangi hikâyenin anlatılmaya değer olarak saklanacağını, hangisinin başka bir hikâyenin yemi olarak tekrar denize atılacağını bilmesi gerekir. Bu da tecrübe ile olur. Kimi zaman şans eseri iyi bir hikâye avlayabilen bir yazar, kendisini geliştirmiyorsa aynı şansı bulamayabilir. 

Bu toprakların kadim bir geleneğidir hikâye anlatıcılığı. Bizler nesilden nesle dertlerimizi, öğretilerimizi, tarihselliğimizi hikâyelerle aktarmışız. O hikâyeleri unutmamış, yeri geldiğinde yeniden anlatmışız. Hikâyeler akılda kalıcıdır çünkü bir neden-sonuç bağı ile kurulurlar. Olaylar birbirine derinden bağlı oldukları için neyin neden olduğunu okur, izleyen ya da dinleyen daha iyi kavrar. Unutmaz. Ancak hikâyede örgü iyi kurulmamışsa kopukluklar olacaktır ve akılda kalmayacaktır. Hikâye bittiğinde neden anlatılmaya değer olduğu, hem yaratıcılığı ile hem bıraktığı izle birlikte anlaşılır. Bir arkadaşımızla konuşurken dahi, “ya dur bak geçen gün ne oldu…” diye başlayan bir anının anlatılmaya değer olduğunu hissettiğimiz için anlatırız. Yoksa sabah kahvaltı ettiğimizi, ardından tuvalete gittiğimizi ya da rutin fotokopi işlerimizi anlatmayız. Bunu anlatacaksak bile sonucunda bir anlamı olmalıdır. 

Öykü, roman, oyun ya da senaryo yazımında anlatım başarısı, hikâyenin içeriği ile bir bütündür. Öz ve biçim arasındaki uyumdan bahsediyorum. İstediğiniz kadar dil işçiliği yapın hikâye zayıfsa o ürün bir anlam ifade etmeyebilir. 

Tüm bunları anlatmak için yola çıktığım bir nokta var. Son zamanlarda benim de yazdığım popüler dergilerde kurulan “anlatı” dili yani güzel sözlerle bir ruh halinin ya da hayata dair görüşlerin sunulması, bir hikâyenin gücünün yanında zayıf kalıyor. Bu zayıflık okurda da “böyle yazılıyor” gibi bir his doğuruyor. Ben de çoğu zaman bu dili kullanıyorum ancak bunların öykü olmadığının bilincindeyim. Deneme ve fıkra türlerinden türeyen bir yapı kullanıyoruz. Öykü ise kurmaca barındıran bir tür olarak hikâye ile üslup birliğini içinde taşımalıdır. Okurun zannettiği gibi o yazılar öykü değildir. Yani iç sıkıntılarımızı hezeyan şeklinde kusmamız, bunu da iyi bir dille anlatıyor olmamız bir anlam ifade etmeyebilir. Bir yakınımızı kaybetmemiz, sevgilimizden ayrılmamız, hasta olmamız, bu duyguları süslü bir şekilde anlatmamız çok bir şey ifade etmeyebilir. Burada yazı bittiğinde okurun duygusu, “geçmiş olsun”, “başın sağ olsun” ya da “üzülme yenisini bulursun” şeklinde gelişebilir. “Bunları anlatılmaya değer kılan nedir?” işte bir hikâye avcısının kafasını kurcalayan soru bu olmalıdır. 

Biz toplum olarak klişelerle düşünmeyi seviyoruz. Bu klişeler bizi gerçek bilgiyi aramaktan da alıkoyuyor. 2-3 cümle söyleyebilecek şeyimiz varsa o konuya hâkim olduğumuzu zannediyoruz. Son zamanlarda fark ettiğim şeylerden biri derinlik yoksunluğu… Belki bu “bilgi bombardımanı” içinde en yoğun yaşadığımız duygu bu. Bir şeyi bildiğini zannetmek bilmemekten daha kötü…

Bu klişeler edebiyatımızda da var. “Yaşar Kemal tasvircidir” iyi de İnce Memed’i ciltler boyunca okutan sadece tasvirleri midir? Bir eşkıya hikâyesinin galibini merak eden okur, kitabı elinden bırakamayacak hale gelir. “Oğuz Atay bilinç akışı yapar, içses vardır” iyi de Tutunamayanlar’da bizi merak ettiren şey nedir? Ya da Korkuyu Beklerken’de şimdi ne olacak diye kimi zaman gülerek sayfaları çevirten şey? “Kafka’nın eserlerinde kahramanların başına bir şeyler gelmez” yok artık, pişmiş tavuğun başına gelmeyecek olaylar zaten “kafkaesk”tir. “Nâzım Hikmet mi onda toplum var, ikinci yeni mi o imge var” ne kolay değil mi böyle?

Kategorilerle düşünmek bir çeşit soyutlamadır ve işe yarar ancak klişe lafları bilgi diye satmak bir edebiyatçı için büyük risktir. Ustaları okumak, anlamaya çalışmak, kimi zaman onlara öykünmek, bir süre sonra da kendi sesini, anlatılmaya değer hikâyelerini keşfetmek ve tabii yazmak, yazmak... İşte bir hikâye avcısının elindeki mızrak.