Google Play Store
App Store

Yoksulların hayatlarına dokunan gazeteci yazar Hacer Foggo, “Önceliğimiz daima çocuklar olmalı çünkü bir çocuk yoksulluk içinde doğmuşsa yetişkin olduğunda da yoksul olma olasılığı çok yüksek, bu nedenle de, çocuğun çıkaramadığı ses olmak zorundayız” diyor.

Hikâyemin kahramanları çaresizlik girdabında
Hacer Foggo

Sarya TOPRAK

Yoksul mahallelerde yıllarca insanca bir yaşam için çalışan, insanların hayatlarına sahici olarak dokunan Hacer Foggo ‘tanıklık ettiği hikâyeleri’ Askıda Hayatlar-Yoksulluk günleri kitabıyla okurlarla buluşturmuştu. İktidarın ‘kemer sıkıyoruz’ diyerek halkı yoksulluğa mahkûm ettiği günlerden geçerken Hacer Foggo ile hem yoksulluğu hem de kitabını konuştuk.

Kent yoksulluğu üzerine çalışmaya başlama süreciniz nasıl gelişti?

Gazetecilik yaparken 1990’lı yıllarda hep insan haklarını üzerine yazardım. Yazdığım haberler özünde, insan hikâyeleriydi. Yazıyorsun, bırakıyorsun, yayımlanıyor, okuyor insanlar ve bir sonraki insan hikâyesine geçiyorsun. Ancak ben haberi yazdıktan sonra eve gidip hep düşünüyordum: o işçi ne yaptı, o çocuğa ne oldu, o kadın nerede, o madenci hayatta mı, ya da yargısız infazlar çok fazlaydı o dönem, o insanların ailesi, durumu, davası, bu süreçler beni sivil toplumla tanıştırdı. 2005 yılının sonunda Sulukule, Küçükbakkalköy, Kağıthane’de kentsel dönüşüm nedeniyle yerinden edilmek istenen mahallelinin yanında yıllarca aktivist olarak mücadele ettim.

Bu mücadele derin yoksulluğun gerçekten ne olduğunu anlamama, öğrenmeme neden oldu. Yoksulluğun ne kadar derin ve karmaşık bir konu olduğunu, simsarların, rantçıların, açgözlülerin bazı “yasaları” nasıl bir hak ihlaline dönüştürdüklerine, çocukların, kadınların hayatının nasıl “hiç” olarak görüldüğüne tanık oldum. Yıllarca yoksullaştırılıp mallarına, mülklerine el konulanların çocuklarına miras olarak yoksulluk bırakmasına tanık oldum. İşte zaten bütün bu nedenlerle yoksulluk meselesine hep insan hakları ihlali olarak baktım. Bu nedenle o dönemde bu hukuk ihlallerine yönelik davalar, çocuklar, kadınlar güçlensin diye kadın-çocuk merkezleri açtık. Askıda Hayatlar kitabımda da var, bir mahalle tamamen yıkılmıştı ve orada sadece bir aile için ben tam 12 yıl hiç aralıksız mücadele ettim, davalar açtık, kampanyalar yaptık aile ile birlikte ve sonunda kazandık.

‘Yoksulluk Günlükleri Askıda Hayatlar’ kitabını yazmaya nasıl karar verdiniz?

Kentsel dönüşüm nedeniyle mahallelerindeki yıkımdan sonra başka mahallelere taşınan çocuklar on yıllar sonra salgında kucaklarında bebekleriyle, eşleriyle derin bir yoksulluk içinde buldular beni. Çocuklar büyümüş ve yoksulluğu miras almışlardı. O zaman zaten yıllarca biriktirdiğim notları Doğan Kitap’tan gelen bir teklifle de kitap haline getirmeye karar verdim.

Kitabımda da şöyle anlattım bu durumu:
“Hikâye anlatmaktan vazgeçmiştim aslında. Hikâyelerimin kahramanları çaresizlik girdabı içindeler. Karamsarlar. Sorunları hiç bitmiyor. Çözüldüğünü düşündüğünüz her sorun yeni bir sorunu doğuruyor. Umutsuzlar; insanın kibri, kompleksi karşısında  güvensizler. Anlattığım hikâyeler sıkıcı, bunu insanların yüz ifadelerinden anlıyorum. Televizyon dizilerinde 5 sezon arka arkaya gösterilen dizilerdeki zengin hayatlarına hiç benzemiyor benim anlattıklarım. Bol entrikalı, ihtiraslı, şaşaalı, güzel kadınların ve yakışıklı erkeklerin, kuş sütü eksik sofraların olduğu diziler çıkmıyor benim mahallelerimden. O dizilerdeki zengin oğlanın kalbini çalacak fakir kızın oturduğu, bahçesini vita kutularına ekilmiş sardunyaların süslediği, denize nazır gecekondular da yok benim mahallelerimde. Devletin ve sermayenin yerinden, yurdundan ettiği, barınma, eğitim gibi en temel haklarını yok saydığı yoksullar var. Gündelik hayatın karın doyurmaya indirgendiği yoksul hayatlardan kimsenin gözlerini ışıldatacak, “Ne kadar da sürükleyiciydi” dedirtecek maceralar çıkmıyor, kimse yoksulların hayatına bakıp “Adeta kendimi buldum” diyemiyor. Yoksulları anlatırken o dünyayı gerçekten görünür kılmak zor. Yeşilçam’ın Yaşar Ustası ya da sosyal medyada çokça paylaşılan sac soba ve yer sofrası romantizmiyle anlaşılacak bir olgu değil. Yoksulların dünyasına girmek, tanımadığınız  birçok insanın, hele de böyle sorun yumağı içinde olanların hikâyesini dinlemek, o hikâyenin bir parçası haline gelmek, meselelerin bir ucundan tutmak çoğunlukla iyi niyetli eylemlerdir ama bir anda “kötülüğe” dönüşebilir. İstemeden de olsa yaşantısına dâhil olduğunuz kişiye zarar verebilirsiniz ya da sizin konforunuz bozulabilir. Zor sokakların kahramanlarının hikâyelerini tam da bu nedenlerle anlatmaktan, tam da vazgeçmiştim ki salgın başladı. Bana da yeniden anlatmak düştü çocukların yokluk içindeki hikâyelerini… Karmaşık ve Sarmaşık mahallelerindeki yıkımdan sonra başka mahallelere taşınan çocuklar on yıllar sonra salgında kucaklarında bebekleriyle, eşleriyle derin bir yoksulluk içinde buldular beni.

Kitabınızda birçok insanın hikâyesine şahit oluyoruz. Bu hikâyeler nasıl tüm toplumun derdi haline getirilebilir?

Yoksulluğu tek bir tanıma sığdıramayız, sığdırmaya çalıştığımız için yoksulluk bu kadar çoğalıyor belki. Derin yoksulluk dediğimiz şey çok boyutlu bir durum. Sadece yoksulluk denilince insanların aklına hep kazanılan gelir ya da açlık ve yoksulluk sınırı gelir, oysa bir haneye girdiğiniz zaman o hanedeki her bireyin yoksulluğunu önleyici insan hakları temelli bakışla politika üretmemiz gerekiyor. O hanedeki çocuk yoksulluğunu, engelli, yaşlı yoksulluğunu haklar üzerinden ayrı ayrı ele almamız gerekiyor. İnsan hakları temelli bakış bir çocuğun eğitimini ele alırken aynı zamanda o çocuğun gıdaya erişimi üzerine de bir politika üretir çünkü yetersiz beslenme yaşayan bir çocuğun öğrenme güçlüğü çekebileceğini ve dolayısıyla da kaliteli bir eğitime ulaşamayacağını da irdeler.  Barınma koşulları kötü olan bir çocuğun derse odaklanması da mümkün olmayabilir, annesinin beslenme koyamadığı çocuk okulda sürekli kaygı ve stres yayabilir. Çünkü yoksulluk aynı zamanda çoklu yoksulluğa/yoksunluğa maruz kalmak demektir. Bu duruma çocuk maruz kaldığında çocuğun yetişkin olduğunda da kalıcı/sürekli yoksulluk yaşama riski yüksek olduğunu gösterir.

Yoksulluk gün geçtikçe daha yakıcı bir soruna dönüşüyor. Yoksullukla nasıl mücadele edilmeli? Adil bir kent için nasıl bir kentsel dönüşüm yapılmalı?

Bu iki soru da aslında birbirine bağlı. Kentsel dönüşüm halk için yapılır, mülksüzleştirmek için değil depreme dayanıklı dirençli konutlar için yapılır çalmadan, çırpmadan halkın yararına. Ama öncelikle bütün bu yoksulluğu gören, belediye kaynağını, kamu kaynağını kamu yararına kullanacak, zenginleşmeyecek, halkın refahını düşünecek yöneticilere ihtiyacı var ülkenin. Çocuk işçiliğinin arttığını gördüğünde bu konuda çalışmalar yürütecek, değiştirilmek istenen müfredatla çocuk yoksulluğunun daha artacağını anlayacak ve bu konuda politikalar üretecek, modeller geliştirecek insan kaynağına, siyasetçilere ve sivil toplum örgütlerine ihtiyacımız var. Sosyal konutlar için, esnafı, emekliyi mağdur etmeden yaptığı projelerin içine katan, kamusal alanlar yaratan, ücretsiz eğitim yerleri, kültürel alanlar, ulaşılabilir, erişilebilir alanlar oluşturmak gerekiyor. Örneğin uyuşturucu bağımlılığına karşı mücadele eden yoksul mahallelerdeki insanları üretime katacak projelere ihtiyaç var. Anaokulları, üretim atölyeleri, toplum merkezleri, bilimsel merkezler ve kütüphanelere ihtiyaç var. Güvencesizlik, günlük çalışan için de asgari ücretli için de aynı. Çalışanlar da açlık sınırının altındalar ve bu nedenle de “çalışan yoksulluğu” diyoruz. Temel haklara erişim, yoksulluğu önlemenin en önemli parçası olsa da, esas olan insanların aşağılanmayacağı onurlu ve sosyal haklarıyla birlikte bir yaşama sahip olmaları. Bunu sağlamanın tek yolu da yoksulluğu görünür kılmak ve önlemek için; insan hakları temelli plan, program, eylem ve politikalar geliştirilmeli. Örneğin çocuk hakları temelli, çocuğun üstün yararını gözeten politikalar oluşturmalıyız. Önceliğimiz daima çocuklar olmalı çünkü bir çocuk yoksulluk içinde doğmuşsa yetişkin olduğunda da yoksul olma olasılığı çok yüksek, bu nedenle de, çocuğun çıkaramadığı ses olmak zorundayız.