Google Play Store
App Store

Sorun, çok daha bilinçli ve fakat çok daha az ve örgütsüz oluşumuz. Sorun, Luigi’nin bıraktığı manifestoda anlattığı kadar basit: “Bu noktada sorun bir bilinç meselesi değil, iktidar meselesi.” CEO’lar öldürmekle bitmez, ancak kapitalizm yıkılarak biter. Fidel’in sözüyle, “Yenilirlerse bu onların sonları olur.”

Hiper-politik dönemin Süpermen’i: Luigi Mangione
Fotoğraf: AA

Yusuf Tuna KOÇ*

4 Aralık günü New York’ta Luigi Mangione isimli genç, ABD’nin en büyük sağlık sigortası şirketi CEO’su Brian Thompson’ı öldürdü. Cinayetin ardından güvenlik kameralarına yakalanan, gülümsemesinden ihbar edildiği McDonalds’a kadar bir hafta boyunca Amerikan ve dünya kamuoyunun gündeminden düşmedi. Ancak Mangione’yi bu denli popüler hale getiren, artık sıradanlaşmış haliyle mizojinist bir seri katil ya da okul saldırganı değil, kapitalizm karşıtı motivasyonlara sahip bir CEO katili olmasıydı.

Mangione siyasal bağlantıları da olan iyi bir aileden yetişmiş, iyi bir üniversitede yazılım okumuş, yüksek lisans yapmış, adından anlaşılacağı üzere İtalyan kökenli bir Amerikan genciydi. Mangione’nin hikâyesini orijinal hale getiren, motivasyonlarının ardında ne Neonazi manifestolar ne de internet forumlarında örgütlenen redpill vb kadın düşmanı propagandalar, vs olmamasıydı. Dışadönük, hobileri olan, son derece üretken ve nitelikli bir profil çizen Mangione’nin sorunu hiçbir örtük bahaneye gerek duymayacak kadar pür-i pak bir sınıfsal niteliğe sahipti: Kâr odaklı sağlık sistemi.

Mangione ve milyonlarca ABD’li sağlık hizmetlerinden yararlanmak için özel sağlık sigortası yaptırmak zorunda, ancak aylık prim ödedikleri bu sigorta şirketleri, tüm tedavileri kapsama garantisi sunmuyor. Daha acımasızı, hangi tedavinin sigorta kapsamına gireceği birçok kez tedavi sırasında belli oluyor. Şirketler, kâr hırslarından sudan sebeplerle tedaviyi karşılamayı kabul etmeyebiliyor. Bu durumda da Amerikan vatandaşları, kendileri de kâr odaklı çalışan hastanelerin astronomik ücretleriyle baş başa kalıyorlar. Yani Mangione’nin manifestosundaki ifadesiyle “Pahalılıkta dünyada birinci, ortalama yaşam süresinde ise 42. sağlık sistemi”.

Pandemi dönemi, bu kâr merkezli özel sağlık sisteminin nasıl bir sınıfsal felakete dönüşebileceğinin en ağır göstergelerinden biriydi. Pandemi süresince en fazla ölüm yaşanan ülkelerin başında ABD geliyordu, ancak daha trajik yanı bu ölümler çok büyük çoğunlukla yoksul ve azınlık mahallelerinden gelmekteydi. ABD, son yüzyılın en ölümcül “vebalarından” birinde, çözüm olarak yurttaşlarına POS cihazı uzatıyordu. Kuşkusuz kapitalist adaletsizliğin bu denli yüksek olduğu bir ülkede böyle bir siyasal cinayet şaşırtıcı değil. Hatta biraz düşündüğünüzde, neden daha önce yaşanmamış ki dedirtebilecek kadar ağır ve kesintisiz bir sınıfsal saldırı mevcut. Ancak Mangione örneğini tartışmaya değer bir fenomen haline getiren, eylemin kendisi ve motivasyonu kadar yaşanılanlara verilen tepkilerin ardına gizlenen tepkisizlik, hatta bu kişiselleştirilmiş sınıfsal öç alışın, başta ABD olmak üzere tüm dünyada bunca yankı uyandırmasının ardında yatan toplumsal reaksiyonsuzluk.

TARİH YENİDEN BAŞLARKEN

Tüm dünyada, özellikle Batı ölçekli çalışmalar, 20. yüzyılda halkların siyasallaşma süreçlerini ve biçimlerini iki keskin döneme ayırıyor. 1945-70 aralığı ve sonrası. 1945 sonrasının, bugün bile siyaset bilimi çalışmalarının devlet, kamu tartışmalarından en çok yüzünü döndüğü bu 25-30 yıllık kısa dönemi, toplum içerisinde de farklı bir siyasallık yaratmıştı. Siyasal partilere, özellikle sosyal demokrat ve komünist partilere üyeliğin rekor seviyede olduğu, yüksek sanayileşmenin de bir getirisi olarak sendikaların ekonomik hayatta söz sahibi olduğu, dayanışma pratiklerinin, farklı toplumsal hareketlerin filizlenebildiği bir dönem. Literatürdeki bir tanımlamasıyla “kitle siyaseti” dönemi.

Ancak bu süreç, 1970’lerde Reagan, Thatcher, Pinochet, Özalgillerin elinde büyüyen neoliberal çağın başlamasıyla sonlandı. Emek sömürüsünün sınırlanmasının kârları azaltmaya başlaması krizi, büyük sanayileri ucuz emek arayışıyla Batıyı terk ederek kürenin güneyinde ya Avrupa sömürgeciliği ya da Amerikan müdahaleciliği eliyle müsait hale getirilmiş ülkelere taşıdı. SSCB ve reel sosyalizm girdiği ekonomik ve siyasal krizlerden çıkamadı, sanayisizleşen Batıda sendikaların yerine ikame edebilecek toplumsal hareketler olarak kimlik-çevre hareketlerine düzen içi siyaset alanı açıldı, sosyalist tandanslı ulusal bağımsızlık hareketleri, Soğuk Savaşın gevşemesiyle açılan jeopolitik seçenekler içerisinde kapitalist yolu değerlendirmeye başladı. Duvar yıkıldı, enternasyonalin yerini Eurovision aldı. Kitle siyaseti çağının yerine Batıda tarihin ve siyasetin sonu ilan edildi.

Ancak açılan yeni çağın ömrü de eskisi kadar olabildi. Batıda geleneksel işçi sınıfının yerini alan yeni orta sınıfın kutladığı bireysel kurtuluş çağı, 1990’lar ile birlikte ardı ardına gelen finansal krizler, Balkan savaşları ve El-Kaide ile kesildi. 2000’ler Küreselleşme karşıtı eylemler, Latin Amerika’da pembe dalga sosyalizmi, Afganistan ve Irak savaşları eksenindeki antiemperyalist dalgayla açılırken, bunu 2007 krizi sonrası Occupy eylemleri, Arap Baharı ve SYRIZA fenomenleri izledi.

Solun kendisine hem sokakta hem parlamentoda yeniden alan bulabildiği bu dönem, küresel bir sosyalist alternatifi yaratamadı. Kriz, 2016 itibariyle neofaşist dalgayı yarattı. Bugün yeniden kürenin kuzeyinde de güneyinde de başat haline getiren bu siyasal yönelim ile artık küreselleşmenin sonu tartışmaları yapılıyor. Pandemiden beri yaralı durumdaki küresel ticaret, neoliberal yönelimin istemeden yarattığı Çin “canavarı”, sanayisizleştirilen Batıda borçlandırma ekonomisiyle sürdürülen “yeni orta sınıf” ve prekarya tipi istihdam modellerinin iflas etmesi, dünyayı yeni bir paradigma değişiminin daha fazla görünür olduğu bir ufka sürüklüyor.

LUIGI’LERİN YALNIZLIĞI

Ancak bu yeni siyasal dönem, hatta bugün ekoloji krizi ile birlikte çokça tekrar edildiği haliyle “çoklu krizler” dönemi, geçmişin kitle siyaseti çağını da henüz geri getirmedi. Çeyrek asırdır siyasetin “geri döndüğü” ve hatta yeni medya ve ona maruz kalma biçimlerimiz sebebiyle hayatımızın her alanında bir uyaran haline geldiği bir dönemde, siyasallaşma biçimimizin yeniden bir kitlesel siyaseti –belirli momentler haricinde– geri getiremeyişi Luigi’lerin yalnızlığı.

Kuşkusuz yeni toplumsal müşterekler üretemezken, sosyal medyanın yeni bir siyasal ve toplumsal alan olarak yalnızca tepkilerimizi ve ilişkilenme biçimlerimizin ortaya çıktığı değil, aynı zamanda onu dönüştüren bir alan olarak hayatımıza girmesi de bu yeni siyasallaşma biçimini önemli ölçüde belirledi. Literatürde popülerleştiği haliyle, 2000’lerden beri post-politik dönemden hiper-politik döneme girdik. Ancak bu hiper nitelemesi, kitle siyaseti nitelemesine kıyasla insanların etkinliğini değil aksine edilgenliğini, “maruz bırakılma” biçimini imliyor.

Dolayısıyla milenyum çağının toplumları olarak hâlâ kolektif bir reaksiyon biçimini oluşturabilmiş değiliz. 1970’ler sonrası dönemin merkez partilere, tamamen düzene entegre edilebildiği ölçüde kimlik hareketlerine ve IMF merkezli ekonomik belirlemeciliğe hapsettiği siyasal alanı aşabilmiş de değiliz. Bunun yerine mevcudiyeti giderek daha fazla sosyal medyaya kayan, tepki verme ve bilinçlenme düzeylerinin reklam algoritmasının kurguladığı şekliyle uyaran-reaksiyon ikilemine hapsolduğu bir siyasallaşma biçimine entegre oluyoruz. Küreselleşme sonrası dönemin ekonomik-sınıfsal koşullarının başat belirleyicisi olduğu bu açmazda, yeniden kitlesel bir siyasallaşma kültürüne ihtiyacımız açık.

Bu ihtiyacın kendini gizlemediğini, dışa vuruşunun sözel biçimlerindeki radikalizminden anlayabiliyoruz. Luigi’nin –son derece haklı yakışıklılığının da etkisiyle– tekstil şirketlerinden daha önce sosyal medya kullanıcıları tarafından Che tipi bir estetik imaja hapsedilmesi, bu uyaran-reaksiyon ikiliğinin en siyasal tepkilerimizi bile tüketerek sıfırlama eğiliminin bir sonucu.

BİZİM BİREYSEL ÇARESİZLİĞİMİZ

Batıda da Türkiye’de de en çok hep zenginleri öldürmekten, yemekten bahsediyoruz, giyotin resimleri ve Jakoben editleri retweetliyoruz, diğer yandan sendikalaşma ve siyasal parti üyeliklerinin rekor zayıflıkta olduğu yapıyı sürdürmeye devam ediyoruz. Burada tabii ki siyasal örgütlenmelerin çözümsüzlüğü de resmin başka bir boyutu. Ancak sürekli koşullardan bahsettikçe, tek çözümümüz Luigi gibi istisnai ve bir o kadar fani Süpermen’ler olmak ya da kabullenilmiş çaresizliklere boyun eğmek oluyor. Bireysel kurtuluşsuzluğumuzdan çıkamıyoruz.

Luigi’nin dünyadaki CEO kirliliğini azaltmaya yönelik girişimi toplumsal bir çözüm sunmasa da ABD tarafından affedilmeyecektir. Tekil bir cinayete rağmen terör suçlaması da dahil 11 suçla yargılanıyor, okul saldırılarındaki edilgenliği ile ünlü Amerikan polisi Luigi’nin mahkemelerinde gövde gösterisi yapıyor, New York Times, basın etiğiyle hiçbir alakası olmayan bir hassasiyetle artık Luigi’nin fotoğraflarını yayınlamayacağını ilan ediyor, sebebi “çekiciliğinin” halkı suça yönlendirme ihtimali. Bedenin metalaştırmasının, estetik normların sınırsız boyutlarda ulaştığı kapitalizmde, sistemi hedef aldığınız anda “yakışıklılığınız” sansürlenebiliyor. Amerikan solu da farklı değil, Sanders’ın başını çektiği Demokratik Sosyalistlerin yayın organı Jacobin, olayın ortaya çıkışından bu yana kendileri ile Luigi arasına mesafe koyabilmek için utanç verici makaleler yayınlıyor.

Belki sosyal medya sayesinde bilinç seviyemiz, geçmişin kitle partileri döneminden bile daha fazla. En azından solcu olmayı “seçebilenlerimiz” açısından. Sorun, çok daha bilinçli ve fakat çok daha az ve örgütsüz oluşumuz. Sorun, Luigi’nin bıraktığı manifestoda anlattığı kadar basit: “Bu noktada sorun bir bilinç meselesi değil, iktidar meselesi.” CEO’lar öldürmekle bitmez, ancak kapitalizm yıkılarak biter. Fidel’in sözüyle, “Yenilirlerse bu onların sonları olur.”

*Araştırmacı