Google Play Store
App Store

Panik atağın ilk defa bilimsel yönden açıklanması, 1871‘de Amerikan İç Savaşı‘nda askeri bir hekim olan Jacob Mendes Da Costa tarafından yapılır. Da Costa Sendromu ya da Hırçın (Sinirli, Asabi) Kalp Sendromu adı verilir önceleri. Ölme ya da delirme korkusu, geçici duyu kaybı, kontrolü kaybetme, baş dönmesi, bayılma, titreme, boğulma hissi ve terleme gibi semptomlar yaşar kişi. Bu semptomlar ilk on dakika içinde zirveye ulaşır. Panik atakla nasıl baş edileceğine dair geniş bir literatür var. Dünyanın gidişatının bu şekilde devam etmesi durumunda, Ricardo A. Rubinstein‘ın ‚Psychoanalysis Culture and Contemporary Discontents‘ adlı kitabında yazdığı gibi, dünya nüfusunun üçte birinin bu rahatsızlığa yakalanacağı düşünülüyor. Peki, neden her geçen yıl depresyon gibi panik atak da bir artış gösteriyor?

Bu artışın ana nedenlerinden biri, izolasyon. Aile, mahalle ve çalışma ortamının bir zamanlar temsil ettiği destek ağları, pek çok kişi için ya zayıfladı ya da kayboldu. Ekonomi, savaş ya da başka nedenlerle yaşanan sürekli bir göç hali var. Hem kentlerdeki şiddet artıyor, hem de bu şiddeti dünyanın her yerine anında ulaştıran ve herkesi haberdar eden bir dijital ağ var. Üstelik bu şiddet artışına yönelik tedbirler de yetersiz. Ego ve ego ideali arasındaki gerilim de, yine dijitalleşme nedeniyle tavan yapmış durumda, çünkü birilerinin lüks içinde yaşadığını herkes çok yakından izleyebiliyor. Mükemmel yiyecekler, giysiler, tatiller, arabalar, evler... Çalışılmadan kazanılmış bir hayat... Aynı dijital ağ, dünyanın her yerindeki savaş, doğal felaket ve ekonomik krizleri herkese anında ulaştırıyor. Öylesine bir hızın içinde yaşanıyor ki, çoğu kişinin okumaya, hislerini ve yaşadıklarını düşünmeye vakti kalmıyor. Böyle olunca, psikolojik sorunlar ya görmezden geliniyor ya da en hızlı çözümlere yöneliniyor. Bağımlılıklar, yeme bozuklukları, psikosomatik bozukluklar ve kaygı artan bir seyir izliyor. Duyarsızlaşma, sinirlilik, motivasyon kaybı kişilerde yerleşik bir hal alıyor, bu da dış dünyaya yönelik cinsel ve saldırgan gerilimleri boşaltma ihtiyacını arttırıyor. Panik atak için bu koşullar oldukça elverişli. Rubinstein‘ın kitabında yazdığı gibi, artık herkes yorgun. Bu gerilim veya stres, doğal olarak zihinsel ve somatik savunma sistemlerini etkiliyor.

Rubinstein, terapiye başvuran kişilerin çoğunun da bu sosyal durumun bir yansıması olarak, düşünmekten, işlemekten ve detaylandırmaktan çok, zorluklarını çözmek için sihirli çözümler veya öneriler beklediklerini yazmış. Kişisel gelişim endüstrisi ve ilaç endüstrisi kolay çözümler için her ihtiyaca yönelik ürünleri zaten iştahla pazarlıyor. Ama bütün bu çözüm yolları, insanlar arasındaki bağın o iyileştirici gücünün yerini dolduramıyor. Aslında gezegenin doğası gibi insan doğası da sürekli olarak alarm veriyor, panik atak bu alarmlardan biri.

Yazı boyunca çizdiğim bu felaket manzarası, artık bizim normalimiz. Bu durumla kavga etmenin, şikâyet etmenin bir faydası yok. Yaşadığımız bu süreci kabul etmeden çözüm aramak imkânsız. Kitaplardan görsel iletişime aktarılan bu dil ve dikkat, önceki kültürel referansların zayıflamasına yol açtı. O yüzden kafalar karışık. Ben bu iki kültürel dönemi, yani jetonlu telefonları da, akıllı telefonları da deneyimlemiş biri olarak tercihim ne eski, ne de yeni normalden yana. Semboller ve kültürel referansların yeniden inşa edildiği, bir kısmının da restore edildiği bir sürecin içinde yer almamızdan başka bir yol göremiyorum. Rubinstein, kitabının sonlarında kaos ve şanstan bahsediyor. Kaos yeni formlar ve kimlik modelleri yaratmak için fırsatlar sunacak; çünkü insan doğası böylesi yıkıcı bir süreci daha fazla devam ettiremeyeceğinin işaretlerini fazlasıyla veriyor.

Turgut Uyar‘ın yazdığı gibi, „Hızla gelişecek kalbimiz. / Kendi öz hüznümüzün ılık tarlasında...“