Google Play Store
App Store

Gülen hayata veda etse de İslâmcı, milliyetçi, devletçi, çoğunluk demokrasisi ile piyasa ekonomisi yanlısı düşünce dünyasına yakın politikalar Türkiye’de her alanda iktidarda. Cemaatinin ruhu ise başka bedenlerde yaşamakta!

‘Hocaefendi’den FETÖ’ye: Gülen

Yavuz ÇOBANOĞLU*

Fethullah Gülen dün itibarıyla öldü. Böylece Erzurum’un Pasinler İlçesi’nin Korucuk Köyü’nde başlayıp, inişler ve çıkışlarla dolu olan ömrü ABD’nin bir şehrinde sona erdi. Bu yüzden Gülen’in hayatını bu iniş ve çıkışlar etrafında bazı evrelere ayırmak da mümkün. Meselâ, 12 Eylül 1980 Askerî Darbesi’ne kadar olan zaman dilimi, “gelişme ve çevre edinme dönemi” adıyla anılabilir. Darbeden AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılına kadarki zaman aralığı, “kabul görme ve tanınma”; 2002’den 15 Temmuz 2016’daki başarısız darbe girişimine kadar olan süreç “ihtişam ve yükseliş”; 2016’dan günümüze ise “düşüş” dönemleri şeklinde sıralanabilir. Tabi ki bu incelikli olmayan dönemsel ayrımların en önemli aralığı 1980 ile 2016 yılları arasına sığan iki dönemdir.

Bununla birlikte kimsenin tanımadığı bir vaiz olan Gülen’i hem yerel hem de küresel bir güce dönüştüren etkenlerden bahsetmek de gerekmektedir. Nitekim Türkiye’nin siyasal tarihine etki eden bir takım iç ve dış gelişmelerin, Gülen ve takipçilerinin önünü açtığı söylenebilir. Zira 1970’lere gelindiğinde Gülen, ülkenin çeşitli şehirlerinde verdiği vaazlar sonucunda etrafında kümelenen bir insan topluluğuna sahip olmuştu. Böylece kendi cemaatini kurmaya karar verdi. Fakat tam bu sırada onun sonradan “bir ihtilal veya darbe değildir; Hükümeti ikazdır” diyeceği, 12 Mart 1971 Askerî Muhtırası gerçekleşti ve ordu “yarı fiilî” olarak yönetimi devraldı. Birkaç ay sonra Gülen hakkında da “irticaî çalışmalarından” dolayı dava açıldı, tutuklandı, yedi ay hapis yattı. Tahliye sonrası konferanslarını bu kez yurtdışına taşıdı. 1976’da İzmir’e tekrar geri döndü ve Bornova’ya atandı. Yine aynı vakitler “komünizmle mücadele” adına Buca’da ilk ve ortaokul çocukları için dinî eğitim verilen “yaz kampları” düzenlemeye başladı.

Keza cemaatin fikir merkezine dönüşecek olan Sızıntı da bu yıllarda (1979) çıktı ve Gülen derginin ilk başyazısını “M. Abdülfettah Şahin” takma adıyla yazdı. Sızıntı’nın bu ilk sayısının kapağında ise belki de dünyada en çok kopyası yapılan resimlerden biri olan İtalyan ressam Bruno Amadio’nun “Ağlayan Çocuk” isimli eseri kullanılmış; Gülen de makalesinin başlığına “Bu Ağlamayı Dindirmek İçin Yavru” adını vermişti. Tasavvurundaki ideal hayatı kuracak bir Altın Nesil özlemi içindeki Gülen’in öncelikli hedefi, “gözü yaşlı” yavrulardı. Dergi, daha ilk sayısında niyetini şöyle açıklıyordu: Gönüllere sızmak!

Lâkin ilk başlarda “ağlayan çocukların kurtarıcısı” olan Gülen’in derginin sonraki sayılarındaki yeni rotası, askerî darbe çağrısıydı. Darbe’den 15 ay önce “Asker” başlıklı makalesinde dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’e “selâm duran” Gülen, artık “masum yavruları” bir kenara bırakmış, “muzaffer orduya, karanlık emellerin önüne geçmesi” için seslenmekteydi. Mamafih bu kez “Evren’e mesaj” tam yerine ulaştı, 12 Eylül 1980’de yeni bir askerî darbe oldu ve yönetim tamamen askerlere geçti. Bir ay sonra ise “Son Karakol” başlıklı makalesinde Gülen, darbecileri “imdada yetişmiş Hızır’a” benzetecekti. O dönemde hakkında “yakalama” kararı çıksa da “bir keramet” eseri 6 yıl boyunca yakalanamadı.

Dahası bu darbe, dünyadaki bazı politik gelişmelerin tesiri altındaydı ve bu da Gülen ile takipçilerinin önünü açtı. Zira yönetimdeki generallerin ülkedeki sosyalistler ile Kürtleri “Türk-İslâm sentezi” ideolojisiyle kontrol altına alma plânları vardı. Üstelik ABD, 1960’larda geliştirdiği ve SSCB sınırlarından ileriye genişlemesi muhtemel komünizme karşı İslâm’ı “bir set olarak” kullanmayı amaçladığı “Yeşil Kuşak” projesini yeniden ısıtıyordu. Darbeci generaller, bu projeyi iştahla sahiplendi. Bunun neticesinde İslâmcıların hayal dahi edemeyecekleri iki şey gerçekleşti: Okullarda din dersleri “zorunlu” hâle geldi ve ülke sathında, görünen amacı “din görevlisi yetiştirme” olan, fakat asıl hedefi dinî düşünce, davranış ve hiyerarşiyi meşrulaştırıp, itaat eden “uysal nesiller” yetiştirmeyi amaçlayan İmam Hatip Okulları açılmaya başladı. Bu iki bilinç dolu dokunuş, yakın ve uzak gelecekte Türkiye’deki tüm İslâmcı topluluklar için muazzam imkânlar sağlayacaktı.

Dolayısıyla Gülen ve çevresi de bu fırsatı iyi değerlendirdi. Onun komünizm ve ateizm karşıtı düşünceleri, bunlarla mücadeleyi “ilk vazife” saymış askerî yönetim ile “kontrollü bir dindarlaşmayı” savunan dönemin Başbakanı Turgut Özal’ın politikalarıyla da uyumluydu. Yine aynı yıllardaki bir gelişme ise ekonomik sorunlara merhem olacaktı. Zira yeni palazlanan Anadolu sermayesi geleneksel değerler ve disiplinin önemsendiği, sadelik ile gösterişten uzak durma gibi “erdemlerin” görüntüsü eşliğinde birlikte ticaret yapıp, meşru para kazanarak yaşamanın kabul göreceği dindar bir “ekonomik çevre” etrafında toplanma arayışı içerisindeydi. Böylece cemaat için ihtiyaç duyulan maddî desteği sağlayacak ekonomik kaynak da bu “arayış” vasıtasıyla bulunmuş oldu.

Böylelikle “kutlu bir dava” adına toplanan paralarla Işık Evleri yaygınlaştı; yurtlar, dershaneler, okullar, üniversiteler açıldı; gazeteler, TV ve yayınevleri kuruldu. Tüm bu eğitim kurumlarının nihaî amacı ise gelecekte ülkeyi (yurt dışındaki okullardakiler de kendi ülkelerini) idare edecek elit bir yönetici kesimini yetiştirerek “kurtarıcı” Altın Nesil tasavvurunu gerçeğe dönüştürmekti. Bu sıralarda Gülen de takipçilerine “vali, kaymakam, savcı olun” tavsiyesinde bulunuyordu. Nitekim onun ülke için düşündüğü değişimin anahtarı, devlet bürokrasisine (mümkünse orduya da) “yüreği iman dolu ve vatan sevdasıyla tutuşan” cemaat mensuplarının yerleştirilmesiydi. Zira buralarda köşe başlarının tutulması, arkadan gelecek “kardeşlere” kolaylık sağlayacaktı.

Yine bu dönemde SSCB dağılacak, devletin “Türkçü” kanadı Orta Asya’daki emperyal özlemlerini Gülen Okulları aracılığıyla gerçekleştirmeye çalışacaktı. Bu ülkü gereği, daha çok Orta Asya’da, sonra Afrika ve diğer kıtalarda da okullar açıldı. Nitekim bu özlemler, milliyetçi hissiyatları güçlü, gelecek tasarımında Orta Asya’daki soydaşları da arkaya alıp Batı ve AB ile hesaplaşma düşüncesi içinde olan Gülen’e de uzak değildi.

90’ların ortalarına gelindiğinde ise Refah Partisi’nin seçimlerden “birinci parti” olarak çıkması, onu “ılımlı ve aydın din adamı” pozisyonuna savurup, “Hoşgörü Ödülü” kazandırsa da 28 Şubat sürecinde rüzgâr tersine döndü. Hakkında yeni davalar açıldı, bunu fırsat bilen Gülen de “sağlık sorunlarını” bahane ederek 1999’da ABD’ye gitti. Böylelikle “bu hasret bitsin, dön” çağrılarının yapılacağı yıllar da başlamış oldu.

2002’de ise R. Tayyip Erdoğan liderliğindeki AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte Gülen ve cemaati de “hayallerindeki ülkeye kavuşmak” için yoldaşını bulduğunu düşündü. Cemaatin medyası ve yetiştirdiği insan gücü, tamamıyla AKP’nin hizmetine sunuldu. Art arda seçim zaferleri ertesinde, artık “ne istedilerse veriliyor”, cemaat sonradan “mağdur” olacakların elleriyle “paralel devlet” hâline getiriliyordu. Ülkenin kurucu kavramlarından olan laiklik, sanki bir “yük” gibi görülmeye başlanarak yavaş yavaş terk ediliyor, kamusal alandaki devlet uygulamaları dinî gelenek ve kurallardan referanslar almaya başlıyordu. Bu gelişmede Gülen Cemaati’nin payı da büyüktü. Zira medyasından gazetecilerine, akademisyenlerinden eğitim kurumlarına, bürokrasisine kadar Cemaat her iletişim kanalında hep bir ağızdan laiklik politikalarını eleştirmekteydi.

2011’de Erdoğan ile Gülen, AKP ile cemaat bir takım politikalar üzerinde çıkar ayrılığına düştü ve restleşmeler iki yılda gün yüzüne çıktı. Cemaatin 2013’teki 17-25 Aralık Yolsuzluk kayıtlarını ifşası ile 15 Temmuz 2016’daki başarısız darbe girişimi ise ilişkinin son noktası oldu.

Dün itibarıyla Gülen hayata veda etse de İslâmcı, milliyetçi, devletçi, çoğunluk demokrasisi ile piyasa ekonomisi yanlısı düşünce dünyasına yakın politikalar Türkiye’de her alanda iktidarda. Cemaatinin ruhu ise başka bedenlerde yaşamakta!

*Doç. Dr. Sosyolog