Google Play Store
App Store
Hukuksuzluk derinleşirken, büyüyen adalet talebi: Üstyapı öğesinin yapıyla ilişkisi

Gül Çiftci Binici - Cumhuriyet Halk Partisi Seçim ve Parti Hukuk İşlerinden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı

Türkiye’de artık adaletsizlik, yalnızca hukukçuların veya siyasilerin değil, sıradan yurttaşın da gündeminde. “Bu ülkede adalet kalmadı” cümlesi, bir mahkeme kararının ardından, bir siyasetçiye verilen cezayla, bir kadının şiddet faili karşısında aldığı yanıtla ya da geçim derdine düşmüş bir işçinin mahkemeye güvenini kaybetmesiyle dile geliyor. Bu yalnızca bir duygu değil; ülkenin içinde bulunduğu yapısal bir krizin dışavurumu.

Bu noktada yalnızca yargının iç işleyişine değil, hukukun kendisine daha geniş bir çerçevede bakmak gerekiyor. Çünkü hukuk, sanıldığı gibi sadece nötr bir hakem değil. Sosyal demokrat bir bakış açısından hukuk, yurttaşlar arasında eşitliği sağlayan, özgürlükleri koruyan ve devletin keyfî uygulamalarını sınırlayan bir çerçeve olmalı. Ancak tarih boyunca hukuk, her zaman böyle bir işleve sahip olmadı. Ve bugün Türkiye’de yaşananlar, hukukun aynı zamanda siyasal ve sınıfsal ilişkiler içinde biçimlenen bir "üstyapı" kurumu olduğunu açıkça ortaya koyuyor.

Yani hukuku, içinde bulunduğu ekonomik ve siyasal düzenin dışında, bağımsız bir alan gibi düşünemeyiz. Eğer toplumsal yapı adaletsizlik üzerine kuruluysa, hukuk da bu adaletsizliği sürdürmenin bir aracı haline gelebilir. Bugünkü Türkiye’de olduğu gibi…

2016’daki darbe girişiminin ardından yargının yapısı olağanüstü hızda ve kapsamda yeniden şekillendirildi. Binlerce hâkim ve savcı görevden alındı, yerlerine siyasi iktidarla yakınlığı bilinen isimler atandı. Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun yapısının yürütmeye bağlanmasıyla birlikte, yargının bağımsızlığı yalnızca teorik bir ilkeye dönüştü. Bu durum, Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararlarının alt mahkemeler tarafından tanınmaması gibi ciddi bir anayasal krize de yol açtı. Bugün Türkiye'de birçok yurttaş için mahkemeler artık hak arama değil, bir ceza ve sindirme aygıtı gibi işliyor.

Uluslararası veriler de bu tabloyu doğruluyor. Freedom House’un 2024 yılı Demokrasi Endeksi’nde Türkiye, yargı bağımsızlığı alanında 4 üzerinden yalnızca 1 puan alabildi. Avrupa Konseyi’nin Adaletin Etkinliği Komisyonu (CEPEJ) verilerine göre ise Türkiye, hâkim ve savcı başına düşen dosya sayısı açısından Avrupa'nın en yoğun ülkelerinden biri. Bu sadece iş yüküne dair bir sorun değil; adaletin nitelikli, zamanında ve tarafsız şekilde tecelli etmesini engelleyen yapısal bir çöküşün işareti.

Bu çöküş sadece soyut bir kurum krizi değil. Halkın doğrudan yaşamında ve iktidarın kendine biçtiği ömürde hissediliyor. Sandık yenemeyeceğini anladığı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı ve partimizin Cumhurbaşkanı Adayı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasından sonra oluşan tepki, yalnızca bir siyasetçiyi değil, adalet duygusunu savunan kitlesel bir sahiplenmeye dönüştü. Türkiye’nin Bastille’li Silivri Cezaevi’nde tutulan siyasetçilerin ideolojik spektrumunu düşündüğümüzde toplumun geniş kesimlerinin, artık belirli isimleri değil, hak ve hukuk fikrini savunduklarını daha net görebiliyoruz. Çünkü adaletsizlik, artık sadece bir hukuk meselesi değil; doğrudan gündelik hayatın, geçim derdinin, güvenliğin, eğitimin, sağlığın da ortak paydası haline geldi.

Yapılan araştırmalar da bu tabloyu bir kez daha teyit ediyor. Yapılan son anketler halkın %60’a yakınının erken seçim talebinde bulunduğunu gösteriyor. Aynı dönemde yapılan bir başka çalışmada, yurttaşların %65’i ülkedeki en büyük sorun olarak ekonomik kriz ve yoksulluğu işaret ediyor. Ancak daha dikkat çekici olan, hukuksuzluk ve adaletsizliğin artık tek başına bir "hukuk" meselesi olarak değil, siyasal ve ekonomik düzene dair temel bir sorun olarak görülmesi. Yurttaşlar, sistemin tamamına olan güvensizliklerini de yine aynı oranda ifade ediyor.

Tam da bu noktada sosyal demokrasinin temel ilkeleri yeniden hatırlanmalı. Hukukun üstünlüğü ancak sosyal adaletle birlikte mümkündür. Eğer bir ülkede eşitsizlik derinleşmişse, eğer kamusal kaynaklar adil dağılmıyorsa, eğer bazı yurttaşlar anayasal haklarını kullanırken diğerleri sürekli engelleniyorsa, orada adil bir hukuk düzeninden söz edilemez. Sosyal demokrasi, yalnızca yargının bağımsızlığına değil; eğitime, sağlığa, çalışma koşullarına, çevreye ve fırsat eşitliğine de adalet getirmeyi hedefler. Çünkü adalet dediğimiz şey, sadece mahkeme salonlarında değil; hayatta tecelli eder.

Bu nedenle erken seçim talebi, yalnızca bir siyasi değişim isteği değil; yurttaşların, devletle olan ilişkisinin yeniden kurulması talebidir. Meşruiyetini kaybetmiş bir hukuk düzeni, halkın iradesiyle yeniden inşa edilmelidir. Sandığı, bu bağlamda oy kullanma alanından ziyade yurttaşın sesini duyurma ve yeni bir toplumsal sözleşme kurma aracıdır. Erken seçim talebiyle, adalet arayışının bu nedenle birbirinin tamamlayıcısıdır.

Türkiye demokrasi tarihi, zor dönemlerden geçerek kendini yeniden kurma yeteneğini defalarca göstermiştir. Bugün adalet isteyen gençler, eşitlik talep eden kadınlar, emeğinin karşılığını arayan işçiler ve emekliler… Hep birlikte bu ülkenin vicdanını ve geleceğini temsil ediyorlar. Birlikte mücadele ederek, hukukun yalnızca güçlüleri değil, herkesin hakkını koruduğu bir düzen yeniden mutlaka kurulacak.