Afetin üzerinden, bu sabah itibariyle tam 12 gün geçti.

Evet, yol açtığı yıkım ve insan kayıplarımız üzerinden bir tanımlama yapmak gerekirse, "Yüzyılın en büyük felaketlerinden biri" tanımlamasını hak ediyor. Ama, ülkeyi yöneten iktidarın, bir yandan bu âfetin büyüklüğünü, "kendi beceriksizliğini ve başarısızlığını, en başta da hazırlıksızlığını örtmek için" mazeret olarak kullanma çabası, tiksindirici biçimde öne çıkıyor.

Yapılan açıklamaların kamuoyunu tatmin etmekten çok uzak içerikleri, "amatör ve çapsız Goebbelslerin" yürüttüğü acemice ve trajikomik kurgularla ısrarlı ve mide bulandırıcı bir "pozitif algı yaratma" çabası, vatandaşın yarasını sarmaktan daha çok vatandaşa "sopa sallama" gayreti, eleştiriyi ve protestoyu "ihanet gibi" gösterip, bunun üzerinden "Not alıyoruz, deftere yazıyoruz" şeklindeki faşizan söylemleri, tarihe düşülen ayıplı notlar arasında yerlerini alıyor.

Bütün bunlar tabii ki sadece bu hükümetin, yani mevcut Erdoğan iktidarının değil, bundan önceki sayısız hükümetin zincirleme ihmallerinden oluşan ağır mirasın toplam "ayıplı yükünün" ürünü olan bir felaketin bilançosunu hafifletmiyor.

Bir vahim gerçeğin de farkındayız tabii...

Her ne kadar bugünkü afet, yakın tarihimizde yaşadığımız benzer afetlerden daha geniş bir bölgede ve daha büyük kayıplarla yaşandıysa da özelde 2018 yılından itibaren bu ülkeye hâkim kılınan "Ucube Şahsım Rejimi"nin katkısı asla gözden kaçırılmamalıdır. Devletin tüm gücünü ve imkanlarını kullanmayı, adeta tek bir kişinin anlık kararlarına bağlamayı amaçlayan bugünkü rejimin "çarpık tasarımı", bugünkü korkunç manzaranın ortaya çıkmasına büyük ölçüde katkıda bulunmuştur.

20 yıl kısa bir süre değildir. Üstelik de bugünkü afetin biraz daha küçük ölçüde bir benzerinin hemen ertesinde işbaşına gelmiş, yani yakın geçmişten ders alması gerektiğini varsaydığımız bir hükümet 20 yıldır işbaşındadır. Bununla da kalmayıp, "iktidarını perçinlemek için devletin tasarımını değiştirip, daha otoriter ve daha merkezi, daha ceberut bir muhtevaya" büründürmüştür.

O halde, sadece iktidar partisinin başarısızlığı değil, son değişikliklerle devletin yapısını-kurgusunu-mimarisini değiştirerek, denetimden uzak, kuvvetler ayrılığı ilkesini toprağa gömmüş, "hesap verme olasılığı neredeyse sıfıra yakın bir rejim modeli" ile de karşı karşıyayız.

Ancak, bütün bunlardan bağımsız olarak, ülke tarihini titiz bir gözle taradığımızda, dönemsel hükümetlerin ya da bugünkü ucube rejim modelinin ötesinde, daha köklü bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu kavramalıyız.

İktidarların ve bugünkü rejimin ötesinde, kökeninde daha başka bir şeyin, yani "ideolojik tercihlerin" sonucu yaşadığımız bir felaketler zincirinden söz ediyoruz.

Bugün deprem, yarın sel, öteki gün yangın, başka bir gün toplu katliam, sürekli bir "düşük ya da ağır yoğunluklu savaş" halinde yaşayan, komşularla gerilimli, kendi içinde bölünmüş, çatışma halinde, halkına düşman, emekçisine bilim insanına düşman, profesyonel, eğitimli, örgütlü nüfusuna düşman, fikre ve ifadeye düşman bir ideolojik kampın eseridir bu olup bitenler.

Deprem özelinde, "Ranta dayalı, gözünü para bürümüş, sürekli yap-sata dayalı, ucuza maledip, daha fazla ve daha hızlı üreten bir müteahhit kafası", kapitalist sistemin asıl muhtevasının bir ürünüdür.

Oysa ki, insanoğlunun en temel ve vazgeçilemez ihtiyaçlarından biri olan barınma ihtiyacının giderilmesinden çok, insanların "en az bir konut sahibi edilmesi ve bunun da bir servet, büyütülecek bir servet gibi düşünülmesi ilkesi" bu felaketlerin asıl hazırlayıcısıdır.

Özellikle, büyük kentlerimizdeki çarpık ve kaçak yapılaşmanın, "konut rantı çılgınlığının" altında da bu yatmaktadır. Yapılan kaba hesaplamalarla, Türkiye çapında kaçak yapılaşmanın oranı yüzde 60’ın üzerinde, büyük kentlerde bu oran kimi bölgelerde yüzde 80 hattâ 90’lar seviyesindedir.

Görmemiz gereken asıl manzara, asıl resim de budur.

Bunun giderilmesi de ancak ve ancak kapitalizmin esaret zincirlerinden arınmakla, ülkeye "Rantçı değil, kamunun ihtiyaçlarını gözeten, para ve servet odaklı değil, insan ihtiyacı odaklı, sermayeyi kollayan değil emekçinin haklarını önceleyen" bir sistemi hakim kılmakla mümkündür.

Sol’un, Sosyalizm’in sunduğu çözümlere yönelmek, bu işin yani her türlü musibetten ve felaketten vareste bir ülkede, güvenli bir hayat yaşamanın yegâne ve tartışılmaz ilacıdır.

Yukarıda özetlediğimiz kirli ve ayıplı ekonomik ve siyasal sistemin aktörleri yani yaşadığımız davasa felaketlerin başlıca müsebbiplerinin, önceki gece TV ekranlarında yaşanan çirkin "yardım toplama şovu"na bağlanıp, "Benden 3 milyar, benden 5 milyar" gibi yılışık reklam çığlıklarını atanlar olduğunu görmeliyiz.

Bütün heveslerinin, yarın bu yardımların 5, 10, 100 katını vergi muafiyeti olarak, belki alacakları ayrıcalıklı ihaleler olarak geri döneceği umudu ile bu sözde bağışları yaptıklarını unutmadan.

Çare ve kurtuluş, bu "soygun düzenini, bu hırsızlıktan ibaret kapitalizmin çarkını" kırmaktadır.