İç cephe, dış cephe ve CeHaPe
Partisinin önemli bir yenilgi yaşadığı Mart 2024 yerel seçimlerinin ardından “yumuşama” dönemini başlatarak muhalefetin hızını kesen ve siyaseti soğutan Erdoğan, şimdi başta anayasa olmak üzere yeni hamleleri için taşları dizmeye başladı. Erdoğan, fırsatını bulduğu ilk an “CeHaPe”ye laf çarpmayı da ihmal etmedi. Ancak bu konuya gelmeden önce son günlerde yaşananları kısaca hatırlayalım.
Erdoğan’ın Çarşamba günkü grup konuşmasında, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin DEM Partililerle tokalaşmasına övgüde bulunmasının yanı sıra bu girişimi “Cumhur İttifakı’nın uzattığı el” olarak tanımlaması dikkat çekiciydi. Böylece bir gün önce tokalaşma hadisesinin “doğaçlama olmadığını” belirten Bahçeli’nin sözleri ortağı tarafından da teyit edildi.
Açık ki iktidar bloku cepheyi genişletmeye çalışıyor. Bunu zaten “iç cephe”yi sağlam tutmaya dönük açıklamalar ortaya koymuştu. DEM Parti’ye yönelik bu sinyallerden sonra kamuoyu doğal olarak “Yeni bir çözüm süreci mi geliyor?” sorusunu sormaya başladı. Şimdilik sürece dair bir isimlendirme yapılmış değil. Saray çevresi de “Yeni bir çözüm süreci yok” diyor ancak Kürt hareketiyle özel bir diyaloğun geliştirilmeye çalışıldığı da yalanlanmıyor. Öte yandan devletin Öcalan ve onun üzerinden Kandil’deki PKK yöneticileriyle haberleştiği iddia ediliyor.
DEM Parti ise “bekle gör” pozisyonunda. AKP-MHP iktidarına kategorik olarak kapıyı kapatmayan parti, atılacak adımları izleyeceğini ifade ediyor. DEM Parti Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları, demokratik bir anayasa için “yol temizliği” yapılması gerektiğine işaret ederek, “Bunu yapmanın yolu bazı pratik adımlardan geçer. İktidarın Gezi ve Kobani sendromundan kurtulması gerekiyor. AİHM kararlarının uygulanması ve hayata geçirilmesi bu yol temizliğinin önceliğinden biridir. İmralı tecridi 4 yıla yakındır devam ediyor. Yol temizliğinin en önemli öğelerinden biri siyasi tutsakların serbest kalmasını sağlayacak yasal adımları atmaktır” mesajını verdi.
Özetle “hiçbir şey olmuyorsa bile kesinlikle bir şeyler oluyor”. Rejimin ve Kürt hareketinin, kulaklarda olumsuz bir hissiyatla tınlayan “çözüm süreci” kavramını kullanması ve içerik olarak 10-12 yıl önceki sürecin bir daha tekrar etme ihtimali çok güçlü görünmese de Türkiye’deki mevcut siyasal durumun Meclis’in Temmuz sonunda tatile girdiği dönemden çok daha farklı niteliğe kavuştuğu da yadsınamaz bir gerçeklik. Önümüzdeki günler, henüz adı konulmayan sürecin nasıl bir muhtevada ilerleyeceğini, tarafların talepleri ve hedefleri için hangi konuda ne kadar esneyebileceğini gösterecektir.
Burada gözden kaçırılmaması gereken önemli bir nokta da iktidarın “açılım” söylemiyle Kürt hareketinde, hareket içindeki farklı eğilimleri karşı karşıya getirip olası bir çatlağı tetiklemesinin hiç de düşük bir ihtimal olmadığı…
***
Siyasette bu gelişmeler olurken, “CHP ne yapacak ve bu tablonun neresinde duracak?” diye sormamak elde değil. Geçen haftanın dikkat çeken açıklamalarından birini de CHP Genel Başkanı Özgür Özel yaptı. Partisine “normalleşme” ve “Erdoğan’ı ayakta karşılama” üzerinden gelen eleştirilere yanıt veren Özel, bunun toplum tarafından olumu karşılandığını savunarak, “Kaybediyorsak ben kaybediyorum. Bedeli ben ödeyeceğim, hesabı ben ödeyeceğim” dedi. Özel’in olası bir yenilgide sorumluluğu kabul edeceğini beyan etmesi takdir edilesi bir tutum ancak siyasi süreçlerin kişisel özürlerle telafi edilemeyecek kadar ağır toplumsal sonuçlar doğurabildiğini akıldan çıkarmamak gerek.
Yeni anayasa ve dolayısıyla iktidarın elini rahatlatacak bir denklem kurma hedefiyle DEM Parti ile tokalaşma ve ilişkileri ısıtma çabası, aslında CHP ile AKP arasında başlayan “normalleşme/yumuşama” sürecinin bir devamı veya uzantısı olarak değerlendirilebilir. Erdoğan, İsrail’in bölgedeki saldırganlığına işaret ederek meşrulaştırmaya çalıştığı “iç cephe” formülü, tüm bu ilişki geliştirme aksiyonlarının çatısını oluşturuyor. Fakat bununla birlikte, “iç cephe” içinde yine Erdoğan’ın kumanda ettiği kimlik temelli kutuplaşma siyasetinden vazgeçilmeyeceği de anlaşılıyor.
Erdoğan’ın son grup konuşmasındaki vurguları bunun göstergesiydi. Özellikle kadına yönelik şiddet konusunu içkiye bağlayarak, “CHP Genel Başkanı Sayın Özel’e şunu tavsiye ediyorum, kadına yönelik şiddetle ilgili iki eli havada katkı sunmak istiyorsan, önce rakı reklamı yapmaktan vazgeç” demesi ve şiddet faillerinin üçte birinin alkol bağımlısı olduğunu söylemesi gözden kaçırılmaması gereken bir detay. Bir yandan “milli birlik ve beraberlik” mesajları veren Erdoğan’ın, diğer yandan yaygın bir yaşam tarzını böylesine ciddi bir meselede hedef alması, çelişkili bir tutum olmanın ötesinde ideolojik bağlamda neye ihtiyaç duyulduğuna dair de önemli bir gösterge.
Rejim CHP’den iki yönlü bir fayda beklentisi içinde. Biri çokça sözü edilen “yumuşama/normalleşme” algısının getirdiği kontrollü muhalefet çizgisi, diğeri bu sınırlı muhalefet durumuna rağmen fırsat bulunduğu ilk anda CHP’ye vurarak muhafazakâr tabanın zihnindeki CHP algısını diri tutmaktan gelecek ideolojik enerji… “CHP rakı reklamı yaparak kadına yönelik şiddeti teşvik ediyor” minvalindeki sözlerin arkasında yatan temel siyasi motivasyon tam olarak bu. İlerleyen günlerde de Kürt sorunu kapsamında, bilhassa Kürt yurttaşlara yönelik, “CHP’nin tarihsel kimliğine” vuran benzer bir propagandaya girişilebilir.
Türkiye siyaseti sıcak bir dönemin içinde. Halkın geniş kesimleri tarihin en sert geçim krizlerinden birini yaşarken, sorunların ağırlığına denk bir siyasal baskıyla karşılaşmayan iktidarın yaşam süresini uzatmak adına yeni stratejiler üretmesi ülkedeki muhalefet boşluğunun doğal ve acı bir sonucu. Siyasetteki bu işleyiş değişmediği ve halkın tepkiselliği politik bir güce ulaşmadığı müddetçe, rejimin mevcut sorunların altında kalarak kendiliğinden yenileceği varsayımı üzerine kurulu tüm hesaplar duvara toslayacak.