Google Play Store
App Store

Balıkçılar Kahvesi‘nde her zamanki gibi kitaplara gömülmüş bir halde çalışırken, balıkçı dostlarımdan biri “Valla Hoca hiç değişmedin, 20 yıl evvel de burada kitaplarla boğuşuyordun“ dedi gülerek. Bunu iyi bir şeymiş gibi söylemişti. Elbette değiştim, değişiyorum. Belki öz aynı, ama okuduklarım da, düşünme tarzım da, alışkanlıklarım da değişti. Geçenlerde Todd McGowan‘ın yeni çıkan ‚Embracing Alienation‘ kitabını okurken de düşünmüştüm, yabancılaşmayı belki de yanlış anlıyoruz, illa olumsuz bir anlam atfederek. Yabancılaşma, bir zamanlar gerçekte olduğumuz şeyden yabancılaştırmaz. 20 yıl evvel o kitapları okuyan yine benim, ama şimdiki ben değil. McGowan, “Öznelliğimizde yabancılaşıyoruz ve yabancılaşma ölümümüze kadar devam ediyor. Ölüm, onun için tek olası tedavidir” derken, insanın kendini aşma kapasitesine işaret eder. Hatta daha da ileri gider: “Tüm yaratılış, bizi yerimizden ve varlığımızın verilen özelliklerinden kopartan bir süreç olan yabancılaşmaya bağlıdır.”

SIĞLAŞAN DÜNYA

Dijitalleşme, tüketim toplumu, Z kuşağı diye eleştirel bir biçimde durum tespitleri yaparken, belki de bu gerçek gözümüzden kaçıyordur. Örneğin Sema Kaygusuz ‚Esir Sözler Kuyusu‘ kitabında şöyle yazar: “Yetmişli yıllarda doğmanın en talihsiz yanı Özalizmin tam içinde büyümektir.” Ve bunun etkilerini de şöyle açıklar: „Sistem tarafından bilinçli olarak cahil bırakıldık. Canı yanan ailelerimiz kütüphanedeki kitapları sandıklara istiflediler; kendi dönemindeki gençlerin mahvoluşunu yakından izledikleri için, tekinsiz sokaklardan korumak amacıyla bizi evlere tıktılar. (...) 80’lerin gençleri toplumun iki başlı teenage ejderhalarına dönüşmüştü. Aydın büyüklerimize göre tam bir hayal kırıklığı, iktidara göre sorgulama yetisi güdük birer tüketim avcısıydık. Duygularımız önemsizdi. Gerisi günbegün sığlaşan daracık bir dünya...”

ERDOĞANİZM

2000‘lerde doğanlar için de benzer şeyler söylenebilir, Erdoğanizmin tam içinde büyüdü milyonlarca kişi, bir de buna dijitalleşmeyi ve sosyal medyayı ekleyince... Kısacası, tarih boyunca tüm insanlar egemen güçlerin kendi üzerlerinde hareket ettiği belirli bir toplumsal durumda doğarlar. Ama ne olursa olsun, bu insanlar ortaya çıktıkları yere veya bu belirleyici güçlere indirgenemezler. Sema Kaygusuz gibi 70‘lerde doğan ve Özalizmden kendini korumuş pek çok insan var. Ama yine de, her şeye rağmen etkilerini yaşarız. Zaten Kaygusuz da, o dönemin kendisini otosansüre yönelttiğini yazıyor. McGowan, ne yaparsak yapalım, hangi toplumsal koşul söz konusu olursa olsun, insanların kendilerinden ve onları çevreleyen diğer kişilerden uzaklaştıran bir ‚iç mesafe‘nin, yani yabancılaşmanın kaçınılmaz olduğunu yazmış. Hatta insanda bilinçdışının varlığı bile, yabancılaşmanın kaçınılmazlığını göstermiyor mu?

ÖZ-KİMLİK

Yabancılaşma, bir öz-kimlik eksikliğidir. Örneğin, Özalizm içinde doğmuş ve öz-kimliğini ona göre şekillendirmiş biri için yabancılaşma söz konusu olmaz. Ama eğer öz-kimlik eksikliği yaşıyorsa biri, kendisiyle özdeş değilse, kendisiyle çelişiyorsa, demek ki dış güçler tarafından belirlenemiyordur ve bu durum onun bir direniş içinde olduğu anlamına gelir. Yaşadığı topluma ve belirleyice güce yabancılaşmış ama kendi öz-kimliğiyle ilgili kafa karışıklığı yaşayan biri. Bu da bugün çokça yaygın bir durum.

SAHTE KENDİLİK

Ama yabancılaşma, yani bu huzursuzluk hali çok da acı verir. Bizi sürekli yabancılaşmaya iten dış güçler, aynı zamanda bu yabancılaşma halinden kaçmaya da teşvik ediyor. Ruh eşi aramalar, meditasyon, bizi anlayan ve kabul eden bir sosyallik, ailemizle daha fazla ve iyi zaman geçirme isteği... Kişisel gelişim endüstrisi, sahte kendilikler üreten reçetelerle yabancılaşmanın verdiği huzursuzluk, boşluk ve acıyı dindirme gayretinde. Yabancılaşmaktan kaçmak yerine onunla yüzleşip değişimin bir anahtarı olarak kabul etmek... Öz-kimliği, hazır formüllere ve dış güçlerin insafına bırakmadan...