Google Play Store
App Store

Yeni öykü kitabı “Renkli Çiçeklerim Var” ile yeniden okurlarıyla buluşan Özge Doğar “Benim öykülerimde kadınlar eşitlikten ve özgürlükten yana bir dünya için mücadele ediyorlar” diyor.

İçimizdeki renkli çiçekler
Özge Doğar (Fotoğraf: Ters Kule)

Aysel KARACA

Özge Doğar’ın yeni öykü kitabı Renkli Çiçeklerim Var, raflardaki yerini aldı. “Kadınların her alanda daha güvenli, iyiden, barıştan ve sevgiden yana bir dünya yaratabilmelerinin yolu birbirlerinin elini tutmaktan değil sadece o ellerin birbirleriyle kenetlenmesinden geçiyor” diyen Özge Doğar ile içimizdeki renkli çiçeklerin bizlere nasıl umut olduklarını konuştuk.

Kitabın çiçekçi kadın Pembe’nin merkezde olduğu bir hikâye ile açılıyor sonra gül yaprağı misali, her öykü yine Pembe ile yaprak yaprak açılıyor. Böyle bir temayı nasıl yakaladın? Toplumsal yaralar ve Pembe nasıl üst üste geldi?

Pembenin bizlere uzattığı her bir çiçek, insanlığa dair bir umut taşıyor benim için. İnsanın içinde unuttuğu insanlığa ait. Çünkü kibir denen duygu, insanı diğer insanlardan koparttı, tek başınalaştırdı ve kendisinden başka kimseyi düşünememesine neden oldu. Sokağımızda her gün önünden geçtiğimiz çiçekçiyi hatta komşumuzun bize verdiği bir selamı bile göremememize neden oldu. Kendimizden başka kimseyi görmüyor, duymuyor ve bunun sonucu olarak da hissetmiyorduk. İnsanın kibri, sadece kendini zehirlemedi yaşadığı toplumu ve doğayı da yok etti. Bu öykü dosyası da öyle doğdu, her gün geçtiğim sokaktaki çiçekçi kadını kimse görmüyordu, ne çiçekçiyi ne de çiçeklerini. Ben insan insanı görsün, anlasın, hissetsin istedim. Her birimizin bir yansıması o çiçekler.

Aslında sadece toplumsal yaralar değil bireysel yaralarımıza da samimiyetle ve kanırtarak dokunmuşsun. Ne diyordu Mevlâna, “Yaraların ışığın içeri girdiği yerdir”. Ne dersin o güzel öykülerin bunca yaraya ışık olabilecek mi?

Bizler yaralı bir toplumda yaşıyoruz ve hepimizin çocukluktan getirdiği travmalarımız var, bu bizim gibi toplumlarda kaçınılmaz. Ekonomik ve siyasi nedenlerden çok yaralandık hâlâ da yaralarımızla birlikte gelen yeni yaralarla ayakta kalmaya çalışıyoruz. Kimse mutlu değil, bu kadar mutsuzluk özel bir çabayı gerektirirdi, bu başarıldı.

Toplumsal acıların, bireyi etkilememesi mümkün değil. Yaralanmayalım, ışık bir yolunu bulup her yerden girer. Öykü olur, şiir olur, bir dostun bakışı olur…

Bazı öykülerinde belli ki, yarayı daha göze görünür kılabilmek için bilimkurgu, fantastik unsurlar kullanmışsın. Böylesi toplumcu gerçekçi bir temayı bilimkurgu hikâyeleriyle ortaya koymak, okurda sevimsiz bir önyargı ya da kitabı ait olduğu sınıftan koparma riski taşıyor muydu sence? Bu riski nasıl göze aldın?

Yazarken, okur ne diyecek diye düşünürsek kalemin özgürlüğüne ihanet olmuş oluruz. Türlerin kendi içerisinde karışıp dönüşmesinde benim için bir sakınca yoktu. Dediğim gibi yazarken bunu hissetmedim de. Bilimkurgunun ya da diğer türlerin ayrı bir sınıfı yok çünkü hepsi yaşadığı toplumun, aldığı nefesin sonucu. Sanat, toplumcudur bence ve her tür yaşadığından etkilenir.

Cesur Yeni Dünya göndermesi olan Yalancı Yeni Dünya öyküsü beni en çok etkileyenlerden biri oldu. Kimi cümlelerde tutulup kaldım. Belki yaşadığım anne-kız ilişkisinin ve anlaşılamamanın verdiği ızdırabın etkisiyle kendime çok yakın buldum Yeşer ve Duygu çatışmasını. Çağımızın en büyük yarası mı sence de sevgisizlik ve yalnızlık? Gelecek kuşaklar için sevgi demode bir şey mi olacak, haplarla mı kotaracaklar yaşamı?

Risk altındayız, buna adayız. Pandemiyle birbirimizden iyice uzaklaştık, Ebeveynler hatta çocuklar gerçekten çok çalışıyorlar, birbirlerini göremiyorlar, sevgiyi göstermek telefondaki emoji sadece çoğu aile için. Bir kısım ailede sevgiyi göstermek diye bir şey zaten yok hatta birbirlerini sevdikleri bile şüpheli. Sevginin, Sevgililer Günü’nde kaldığı, anneler-babalar gününde gösteriş unsuruna dönüştüğü bir dünyada yaşıyoruz. Diğer taraftan yükselen bir kimya/ilaç sektörü var. Antidepresan satışları yıldan yıla artıyor. İlaçlara sığınıyoruz onlardan medet umuyoruz çünkü artık ne yediğimiz meyvenin ne olduğunu biliyoruz ne de içtiğimiz suyun. C vitaminini bile ilaçtan alıyoruz. Bir taraftan sevginin vasata alındığı diğer taraftan kimya sektörüne sığınıldığı bir dünyadayız. Bazen soruyorum kendime; biz gerçekten bu dünyada yaşıyor muyuz? Yaşıyorsak gözlerimiz göre göre nasıl yaşıyoruz?

Bir diğer bilimkurgu unsuru taşıyan ise Asimov’un I Robot’una selam durduğun Yapay Zekâ öyküsü. Fakat burada ters köşe yapıyor; insanın robotu taciz ettiği bir kurguyla çıkıyorsun okurun karşısına. Şaşırıyor muyuz, hayır. Su bidonuna bile hallenen insanoğlu robota da hallenebilir. Günümüz kadını nasıl başa çıkacak bu zıvanadan çıkmış erkeklikle dersin? Kadın ve erkek gittikçe uzaklaşıyor mu duygu olarak birbirinden?

Bilim ilerliyor, teknoloji bizi cezbediyor. Yapay zekâ kontrolsüzce bizi ele geçiriyor artık, nerdeyse her sektörde karşımıza çıkıyor. Bu bende tedirginlik uyandırsa da yeni bir çağ açılıyor. Diğer taraftan kadınlara ve çocuklara yönelik taciz ve tecavüz günden güne artıyor. Teknoloji ilerliyor, tecavüzler de artıyor.

Kadınlar, kendilerine güvenli bir alan bulamıyorlar ve bu güvensiz ortam politik olarak da destekleniyor. Kadın, korktuğu birini sevebilir mi? Kadınların her alanda daha güvenli, iyiden barıştan ve sevgiden yana bir dünya yaratabilmelerinin yolu birbirlerinin elini tutmaktan değil sadece o ellerin birbirleriyle kenetlenmesinden geçiyor. Benim öykülerimde kadınlar bu yüzden dostlar. Kadınların, çocukların, hayvanların ve doğanın bu kadar zarar gördüğü bir ortamda kadınların didişmesi sadece bir lüks.

Toplumcu gerçekçi bir sınıfa ait kitabın ve toplumsal yaraları gün yüzüne çıkarmakta maharetlisin. Kadın, işçi - sendika, çalışan, annelik sorunları vb. Patriyarkanın dayattığı bunca baskıya karşın direniyor kahramanların. Umut, sevda ve düş kurtaracak hepimizi evet, peki ya direniş, direniş kalacak mı yeni yüzyıla?

Direnmek zorunda kalmadığımız, sevginin egemen olduğu yüzyılımız olsun yarınlarda. Bizler çok yorulduk, yeni nesil özgürlüğün sefasını sürsün. İçimizde unutmadığımız, renkli çiçeklerimiz var. Her biri ayrı doku ve kokuda, biz bu farklılıklarımızla birbirimizi bütünlüyor ve zenginleşiyoruz.